27 Mart 2008 Perşembe

"pretty left of left"



ihtimal cool hand luke'u seyrettiğim dönem olduğundandır, ilkokul beşte doldurduğum anket defterlerinde "en sevdiğiniz oyuncu" kısmına de niro'yla birlikte onun ismini yazdığımı iyi hatırlıyorum...

paul newman'ın kim olduğuna, nasıl bir adam olduğuna, internet elinizin altında, bir zahmet bakın. fakat şunu bilin, 1982'den beri hayır kurumlarına, vakıflara boru değil, -yazıyla- iki yüz milyon dolar, -rakamla- 200 milyon dolar bağışlamış birinden söz ediyoruz. bir de tabii, watergate zamanı nixon'ın düşman listesine girmiş, üstelik de "bundan gurur duyuyorum" demiş birinden...

dün the sting'i seyrettikten sonra "ulan" dedim, "bu güzel adamlar da ölecek işte bir gün". allahtan filmler hep var

24 Mart 2008 Pazartesi

memnuniyetinizi dostlarınıza şikayetlerinizi müessesemize....

memlekete dair bir şeyler söylemeye kalkıp dellenmektense youtube nanesine ulaşmanın yoluna link şey edelim. radyo bemba olarak alacağımız hayır dualarını münasip yerlere küfür olarak ileteceğimizden şüpheniz olmasın:
http://vtunnel.biz/

20 Mart 2008 Perşembe

Zamanın Daha Kısa Tarihi


Tamam, Hawking fazlaca popüler olabilir. Ama "Neden bu kadar okunuyor?" sorusunu sormak da lazım cancağızlar. Nedenine giriş yapıp, kitaba geçelim.

"Bilim" dendiğinde herkesin aklına gelen şu bilmem hangi dildeki terimler, "Fizik" dendiğinde akla gelen kaldıraçlar, kuvvetler, dirençler bilmem neler bu adamın kitaplarında yok. Bahsettiği konular üst seviyede olmasına rağmen "Enbesiller için fiziğe giriş kitabı" gibi bir üslupla yazıyor. Anlaşılır ve yalın kitaplar çıkıyor böylece ortaya. Neyse..

"Zamanın Kısa Tarihi"nden sonra Doğan'dan çıkan bu kitap hem ilk kitap çıktıktan sonra gerçekleşen gelişmeleri ihtiva ediyor, hem de daha kısa ve daha eğlenceli.

"Fizik" yahut "Kuantum" ilginizi çekmiyorsa bile, bu kitap ilginizi çekecektir. Çünkü gerçeten güzel bir dili var. Onun dışında sadece resimlerine-grafiklerine bakmak için bile okunur. Hawking abimizin elinden ayağından eksik olan zekâsına vurmuş. Newton'la geçtiği dalganın haddi hesabı yok. Falan filan.

Hasıl-ı kelam benim kitap tanıtımım bu kadar olur. Evreni anlamak üzerine fikirlerin arkeolojisinden başlıyor da yeni "uzay-zaman" anlayışına kadar geliyor. Zaman yolculuğundan kara deliklere, oradan da uzaydaki tünellere kadar alıyor götürüyor kitabı. Leonard Mlodinow denen adamın bu kitapta ne gibi bir katkısı olmuş, onu anlayamadım ama neyse.

Yalnız bir dipnot düşelim: Ne kadar basit ve esprili bir dille yazılmış olsa da; kitabın bize anlatmaya çalıştığı şey, bir faşiste fikirlerin özgürlüğünü anlatmak kadar zor. Tersten bakalım: Bir faşistin fikirlerin özgürlüğünü anlaması ne kadar zorsa, bu kitabın muhtevasını anlamak da o kadar zor.

Bitti.

18 Mart 2008 Salı

vadideki köprü


televizyon karşısında koltukta sızıp kalmanın bir tadı olduğunu bilen bilir. işin tatsız kısmı, gözünü açtığında seyrettiğin şeyin bitmiş olduğunu ya da gayet seyredilecek bir şeyin dibini bulduğunu görmektir, tatsızdır.

evvelsi gün olan tam bu. gözümü açtığımda karşımda bir takım çocuklar, arapça-ibranice konuşuyorlar (şükür, belgesel altyazılı, hissiyat çok kuvvetli geçiyor). hafiften de uyku sersemliği, mevzuyu bir türlü tam olarak çözemedim ama hafiften kavradım. aynı okula gidiyorlar. birbirlerini seviyorlar. "bu işler nasıl işler" tadındalar. arada okuldaki hocalar kendi aralarında konuşuyor falan. "24"teydi, ilk bölümünü zaten kaçırmışız, vadideki köprü'nün anca son 5-6 dakikasını seyredebildim. ama tamamını görmeyi pek isterdim. tekrarı olur mu? olur da denk gelirseniz kaçırmayın.

13 Mart 2008 Perşembe

Replikas

Bu radyodan Replikas yayını yapmanın tam vaktidir; evet sevgili dinleyenler Replikas 13 Mart 2008'de ODTÜ Mimarlık Amfisi'nde leziz bir konser vermiş olup bu onlar için bir ilk değildir. Umarım ve dilerim ki son da olmaz.

Köledoyuran, Dadaruhi ve Avaz adlı üç nefis albümün yaratıcısı olan beş insandan menkul Replikas'ın her üyesi nazarımda epeyi kıymetli. Bir kere beşi de şahsına münhasır ve bir grup oluşturmaktan hayli uzak gibi duruyorlar. Duruyorlar diyorum çünkü sahnede tam bir bütün oluşturuyorlar, bununla beraber. Bir ayin gibi başlayan "şey" bir ayin gibi devam ediyor, gözlerinizi kapasanız da zaman zaman açsanız dabüyü bozulmuyor. Efsunlu birşeyler var elbette ve efsunlanan dinleyici-izleyici adını koyamadığı hisler içinde tamamlıyor bu ayini. Bittiğinde ben çok hızlı çıkıp bisi kaçırdığım için de hayli üzüldüm, gösterişli olduğuna eminim ama.

Erkin Koray seviyor musunuz diye sorduklarında bir anlık gafletle "şimdi çok popüler bi'şey geliyor" dedim içimden ve elbette yanıldım. Pek kıymetli Orçun Baştürk "peki Neşet Ertaş seviyo musunuz" dedi çünkü ardından ve biz nefis bir karışıma şahit olduk böylece. Dört üye de şarkılarda vokal yapıyor, ne büyük mutluluk; bir perdesiz bir perdeli bas çalınıyor bu ne nefis bi hava. Türkiyeli olduklarına nasıl sevindiğimi anlatamam. Bu toprakların ürünü gözüyle baktığımdan değil, kendilerini canlı dinleyebilme ihtimalimin yüksekliğinden bu sevinç.

Roka'yı bir şarkıya katıp başka alemlere yol aldıran bir gruptan söz ediyorum ve aynı anda şu geçiyor kafamdan: ne çok yol çıkıyor karşıma dinlerken. Bir tutam roka için, roka sevmeseniz de buyrunuz buradan yakınız ama önce Bahar'ı bir dinleyiniz, lütfen!

Tek şarkısını dilediğim yeni albümün geliyor oluşu biteviye heyecanımın cilasıdır.

Bonusumtrak: www.replikas.com

6 Mart 2008 Perşembe

aynaya bakmadan ruj süren kadınlar


Marianne Faithfull İstanbul’daydı; yine... 2002’de Açıkhava’ya geldiğinde, temmuzdu aylardan, sıcak bir günün ‘oh be’lik akşamıydı ama bir başkaydı buluşma. Sizli bizli bir karşılaşmaydı o, Babylon’daki ise ‘sen’e geçme ihtimalini içten içe taşıyan bir ev oturması neredeyse.
Üç günlük seri konserlerinin ikincisi düştü bana. Duydum ki ilk gününde biraz ketummuş, Boğaz havasını çekip Ayasofya’yı koklayınca kikirdeyerek çıktı sahneye. O kadar mesuttu ki, gördükleri için orada bulunanlara teşekkür etti; düşünün yani...

Önce şunu söyledi, sonra buna geçti kısmına girmeyeceğim. Kilo almış, ama tam göğsüne kafayı yaslamalık... Belki üzerindeki siyah elbiseyi de Kapalıçarşı’dan aldı; ceket hep sever... ‘Vagabond Ways’den, hani şu doktora seslenen: “İçiyorum, uyuşturucu da var. Seksi severim, biraz da fazla dolanırım ortalıkta” diye başlayan şarkıdan önce “Değiştim,” dedi, “aynı kadın değilim biliyorum.” Birilerinin ettiği ‘noooo’lar küfür mü iltifat mı bilemedim. “Ben bu yaşıma kadar geleceğimi tahmin etmiyordum ki” dedi sonra da.

Sadece o değil, çok insan bu yaşa geleceğini tahmin etmemiştir. Viski ve sigara kırçılı sesi bugün pek tatlı, ama o kadar ‘junk’a bünye mi dayanırdı Marianne abla!
İki şarkı arası sahnede ruj süren hiç görmemiştim; üstelik aynasız... Aynaya bakmadan ruj sürebilmek için iki dudağı kaç kere boyamak gerekir bilir misiniz? Hem canki, hem düşes olmak lazım en azından.

3 Mart 2008 Pazartesi

"i am a man of constant sorrow"


besmele benden olsun madem...

cohen biraderleri esasen fargo'dan değil de neredesin be birader'den bilirim ben. sonra orada olmayan adam, big lebowski falan sahiden pek güzeldir. heyhat, bu son ihtiyarlara yer yok, oscarları toplayan hani, nedir anlamadım.

son zamanlarda seyrettiğim en kötü filmdi diyecem kötü kişi olacam ama öyleydi. son yarım saatini seyretmeden yattım nitekim. sonra sordum seyretmeye devam eden biradere ve bir arkadaşa bi şey oldu mu diye, yok abi dediler. zaten ne olacaktı ki... halbuki sağa sola bakıyorum, allah bi güzellemeler, bi methiyeler. yahu filmin ilk on beş dakikası paso öyle çöl möl gösteriyor, abinin birinin elinde ne idüğü belirsiz yangın söndürücüye benzeyen oksijen tüpü gibi bi şey (neymiş, artık silahlar çok değişmişmiş. fakat aynı abi yeri geldi mi çekiyor anam babam işi silahını da), bi acayip kovalamacalar falan...

diyeceğim o ki, bu benim film işinden hiç anlamadığımın bir göstergesi olarak da okunabilir. ben gider nerdesin be birader'i seyreder, constant sorrow dinlerim yine...