27 Mart 2009 Cuma

Martyrs


Fransa-Kanada ortak yapımı bu filmi, korku filmlerine yönelik yıkamadığım "Kötüdür kötü." önyargım nedeniyle izlemiyordum. Sırf cipse-biraya altlık olsun diye taktım, izlemeye başladım. Cipslerin heder olduğuna mı yanayım; yoksa bu filmin bu kadar güzel çıktığına mı sevineyim bilemedim.

Film, berbat haldeki bir kızın kaçış sahnesiyle başlıyor ve hikayeye giriyoruz. Korku filmlerinin gerçeği sonralara saklama hadisesi bu filmde de var; ama asla sırıtmıyor. Zaten yarısından sonra bambaşka bir film hüviyetine bürünüyor ve onu da başarıyla kıvırıyor. İlk yarısında "Hassiktir! N'oluyor lan?" nidalarıyla izlenen film; ikinci yarısında içine bolca kan ve şiddet katılmış bir drama filmine dönüyor. Tabii cipslerin heder olmasının başlıca sebebi budur. Midesi hassas olanlar kesinlikle izlemesin diyeyim ben. İşkence, kan, dehşet, irin, beyin, bağırsak falan bolca kullanılıyorlar filmde. Bu filmi diğerlerinden ayıran ve damaktaki tadını muhafaza etmesine yarayan en önemli özelliklerinden biri de sonu. Klişelerin çok güzel kullanıldığı ve klişelerin dışında da çok şey vaat eden filmin sonu yutkunmaya sebep veriyor, küfre sebebiyet veriyor, ne iyiye ne de kötüye yoruluyor. Hazmedilemeyen yemek gibi.
Ve tabii, gözüme çarpan diğer güzel yanı da; izleyiciye devamlı şakalar yapması, sağ gösterip sol vurması. Aksiyonel bir sahnenin asla gelmesi beklenen yerden gelmeyeceğine emin olun.
Ama ben inanıyorum, böyle kafayı çizmiş insanlar vardır mutlaka dünyada.

Oyunculuklara söyleyecek bir lâf bulamıyorum. Hikâyenin işlenişi, yönlendirilişi vesairesi de hiç bir şekilde göze batmıyor. Ama ben bu filmi sadece hata bulmak için izledim. Hata bulayım: işkence sahneleri fazla uzatılmış, yarısı kesilse de aynı yere varırdı. Başka da hata bulamadım pek.

Kuvvetle ve şevkle tavsiye ediyoruz. Ve uyarıyoruz: "Kapıyı herkese açmayın."

24 Mart 2009 Salı

Rise of the Lycans


Underworld serisinin üçüncü filmi; bir geri dönüş tribi olarak çekilmiş. Bu tür serilerin flashback filmlerine alıştık. Şimdi bu film ne bokmuş ona bakalım.

Underworld, bilindiği gibi öyle kült bir film falan değil. Ne yeni bir şeyler kattı, ne de olanları geliştirdi. Ama "ortama biraz neşe katsın." türü filmler içerisindeki yeri sarsılmaz. Bu yüzden, zaten filmden büyük şeyler beklemek anlamsız. Geneli vasat olan serinin geri dönüş filmi, diğer filmlerinden daha iyi veya daha kötü değil. Lucian efendinin nasıl meydana geldiği, ortaçağ Avrupası'nda vampirlerin nasıl hükümranlık kurdukları ve Lycan namlı kurtadamlarımızın vampirlere karşı olan savaşı nasıl başlattıklarını anlatıyor. Kostümleri ve mekân tasarımları yönünden gayet başarılı olan bu filmi, oyunculukları ile ele alırsak; elimizde Michael Sheen ile Rhona Mitra'nın ortalama üstü performanslarından başka pek bir şey kalmıyor. Hatta filmi izlerken; diğer tüm oyuncular sadece figüran rollere bürünmüşler gibi bir hava da seziyoruz. Ki serinin kendi içinde önemli bir karakter olan Viktor efendi pek sönük kalıyor. Senaryo biraz daha çeşitlenseydi çok daha güzel bir film izleyebilirdik. Görsel efektleri ise tamamen sınıfta kalmış. Hatta diğer iki filmden daha geri gitmiş bile diyebiliriz. Lycan ırkı, şu salak online rpg oyunlarından fırlamış gibi gözüküyor. Üzerinde neredeyse hiç uğraşılmadığı belli oluyor. Yönetmenliktir, şudur, budur değinmeye gerek duymuyorum.

Önceki iki filmi izleyip de beğeni eşiğine yedirmiş olanlar, beklentiyi yüksek tutmamak kaydıyla filmden keyif alabilirler.

21 Mart 2009 Cumartesi

Yerel Seçimlere Son Gaz Giderken

Her bir adayın bokları ortaya serilirken; Ankara kulislerini sarsan video ile işin rengi değişti tabii. İşin rengi çok değişti tabii. Bir sürü beş paralıksız insan sağda solda götten yalan uydurma yarışına girmişlerken; böyle haberler bizlerin yüzünde gayetle güzel gülümsemeler oluşturuyor. Ne demiş şair: "Bir kahkaha, bir pirzola.". Bir de "Yaşasın Türk Milleti!" tabii.

Flaş habere ise buradan ulaşabiliyoruz. Üfürük isimli sitenin tanıtımı olsun bu da bir nevî.

13 Mart 2009 Cuma

Watchmen


Dc Comics nâm çizgiroman şirketinin tanıdığımız isimlerinden sonra bir de Watchmen çıktı başımıza. İyi oldu, güzel oldu. Şimdiye kadar pek çok babayiğit niyetlenmiş de; çekmeye açıkçası götleri yememiş. Çünkü bu sefer karşımızda duran hikâyede öyle tek bir kahraman yok ve hayal aleminde de geçmiyor. Ne Gotham şehri var, ne de her yere lazer atan silahlar. Soğuk savaş döneminde geçiyor tüm olaylar. Ve bu hikâyede artık süper-kahraman olayı kendini aşmış vaziyette. Nedeni ise Allah'ın kendisi yaratılıyor burada süper kahraman niyetine, ismini Dr. Manhattan koyuyorlar. Diğerleri var tabii bir de.

Watchmen nedir, ne değildir; kısaca anlatmak gerekir tabii. Soğuk savaş döneminde yasalara bağlı kalmadan adaleti sağlayacak bir gruba ihtiyaç duyulur ve Watchmen oluşur diye kısaca geçelim. Sonrası "maskeli intikamcı" muhabbetine bağlıyor.

Film, görsel efektleri açısından dehşet-ul vahşet bir içeriğe sahip. Soundtrack seti ise ayrı bir şahane (99 Red Balloons var be!). Kurgusu, artık böyle fantastik filmlerde kurgu ne kadar iyi olabilirse o kadar iyi. Bu tür filmlerin hastası olanlar için tapılabilecek bir film hatta. Tabii çizgiromanı okumadım; uyarlama olarak nasıldır; hiç bir fikrim yok.

Böyle en damarından sosyal mesaj da veriyor. Ortalama bir Türk ergeni "Why so serious?" ile parlattığı karizmasını, "Never compromise!" ile yeniden cilalayabilir, "Herşeyi insanlar bu hale getirdi, biz yaptık herşeyi böheeeeee." şeklinde triplerle kendini acındırabilir. Odasına Rorschach'ın afişlerini asabilir. Hatta bu film üzerinden favori kahraman değerlendirilmesi yapılırsa; çoğunluk resmen Allah olan Dr. Manhattan yerine sessiz-pis-kötü kokan-sosyopat ve ödün vermeyen Rorschach'ı seçecektir. Ozymandias da var tabii, sinsi. Komedyen var, bildiğin her boku görmüş-yaşamış ve boşvermiş adam statüsünden. Öbürleri faso fiso.

Mutle ve mesut olalım. Yeni bir oyuncağımız var artık.

6 Mart 2009 Cuma

Milk


"İzlerim bir ara." diye bekletiyordum bu filmi. Oscar gecesinden sonra "İzleyeyim lan!" gazına gelip izledim. Sean Penn ismi bir kez daha kazındı beynime. Van Sant efendinin şimdiye dek sadece "Paranoid Park" isimli filmini izlemiştim. Açıkçası "Keşke izlemeseydim." moduna da girmiştim hafiften. Ama bu film pek şahane olmuş. Biyografiye olan bağlılığı, filmin asıl hikayeyle çatışmasını engelleyen kurgusu vesairesi ile hakketen şahane bir film yapmış amcam.

Bu filmi izlemeden önce Harvey Milk denilen bir adamın varlığından haberdar dahi değildim. Şimdi haberdar oldum, ne değişti? İstediğin kadar samimi ol arkadaş; öyle seçimmiş, supervisorlıkmış olaylarına girdin mi şerefsizin teki oluyorsun. Bakınız Harvey amcamız nasıl da şeker gibi bir insan. Gayet şeker bir ilişkisi de var. Ancak o siyasi ortamlara girince nasıl ikiyüzlüleşiyor, nasıl çıkarıyor tırnaklarını öyle be. Şaşırılası değişim diyelim.

Şahane bir biyografik film oluyor kendisi. Ancak Van Sant'ın hakkı mı yendi Oscar'da? Bence hayır. Bu film, Slumdog Millionaire'e beş basar hem kalitesi, hem işlenişiyle. Ancak senden benden iki gömlek üstün oyuncularla tüm dünyada bilinen film çıkarmak başka bir olaydır, Sean Penn gibi bir canavarla müthiş filmler çıkarmak başka bir olay. Danny Boyle o şapşallarla öyle bir film çekebilmekle bile Van Sant'ı kafadan eler.

1 Mart 2009 Pazar

Değişim Yelleri Yelleniyorlar

Şimdi mesela hafiften müzik olaylarına da girdik ya hani. Güzel bir insan gelse de, podcast olaylarında bir yardım etse, el atsa mesela. Podcast de koysak buralara müzik postası attık mı. Değiştirsek hafiften buraları. Şekilli bir blog olsa buralar komple. Daha hoş olmaz mı, sorarım. Bence çok güzel olabilir.