29 Mayıs 2009 Cuma

Ikigami


Japon sinemasının drama üzerine ihtisas yaptığını düşünüyorum. Çünkü o yöreden çıkan tüm drama filmleri belli bir seviyenin üzerinde oluyorlar. "Japon draması" terimi ise terminolojimize çoktan girdi. İşte müzikleriyle, hikayeleriyle, oyunculukları ve topyekün atmosferiyle Ikigami, Japon sinemasından kallavi bir distopya örneği.

"You serve our nation!" meselini daha önce de gerek aksiyon, gerekse pür dramatizasyon üzerine kurulu filmlerde izledik. Ancak bu film için beklentileri yüksek tutmaktan çekinmeyin ve distopya namına izlediğiniz tüm filmlerin iki gömlek üstünü hayal edin. Ikigami oralarda bir yerde ikamet ediyor.

Ulusal Refah Kanunu yürürlüğe konulur ve bu kanun çerçevesinde ilk okula başlayan her vatandaşa aşılama yapılır. Bu enjeksiyonlardan bazılarının içinde nano-kapsüller vardır. Kapsülün kimlere enjekte edildiğini kimse bilmez. Ve vücudunda kapsül olan insan, 18-24 yaşları arasında belirli bir gün ve belirli bir saatte kapsülün akciğer damarını kesmesiyle ölecektir. Amaç, hayatın değerinin kavranması ve ulusun yararlılığının artırılması olarak özetlenir.
İşte, bu kapsülü 7 yaşında damardan yiyen insanlara ölmeden tam 24 saat önce ölüm sertifikası gönderilir bilgilendirme amaçlı; bu sertifika ile istediği şekilde seyahat edebilecek, yiyecek, içecek ve son gününü paşalar gibi yaşayacaktır.. kağıt üstünde..
İşte o sertifika da bahsimiz olan filme adını veriyor: ikigami.

Sonuç olarak, distopyanın da Japon dramasının da biraz ötesinde bu film.

21 Mayıs 2009 Perşembe

In Bruges


Şurada görüp de edindim filmi. Bir çok yönetmenin, kariyerlerinin zirvesindeyken ulaşamadıkları yeteneği; ilk uzun metraj filmiyle Martin McDonagh'da görüyoruz. Yönetmen olarak önünde çok başarılı bir kariyer olacak gibi. Bir de senaryo yönünden geliştirirse kendini; büyük ihtimalle ileride büyük yönetmenlerden biri haline gelecek.

Baştan söylemek lazım gelir ki; film boyunca birbirinden şahane Brugge görüntüleri var. Başrolü Brugge'e vermişler. Bu yönüyle tam bir görsel şaheser. Tabii çok iyi ayarlanmış kamera açıları ve çekim tekniklerinin bunda etkisi büyüktür. Aynı sahneleri Murugadoss çekseydi şöyle ekranı ikiye bölerek falan; büyük ihtimalle beğenilmezdi tabii. Filmde yaratılan atmosfere tamamıyla sadık kalınarak oluşturulan soundtrack seti ile o görsel şaheserin üstüne kaymak eklenmiş. Bir de McDonagh ilk filmi olmasına ramen oyuncuya göre rol biçmek yerine role göre oyuncu biçmiş ve neredeyse hepsini yerli yerine oturtmuş. Karakterler arasındaki asal çatışmalar, diyalogları vesairesi de güzel. Ancak hikayeyi en sevmediğim şekilde bitirmiş; tam anlamıyla kötü bir senarist gibi. En büyük eksi puanı da oradan alıyor işte. Senaryo üzerine çalıştığı, diyalogları titizlikle yazdığı belli oluyor. Tam tıkırında giden senaryoyu böyle kötü bitirmek de acemilik emaresi olsa gerek. Sonuç olarak, ilk filmiyle ödül alan yönetmenler arasına girdi McDonagh işte. Güzel oldu.

16 Mayıs 2009 Cumartesi

The Pariah, The Parrot, The Delusion


Yaptıkları müziğin ne notalarla ne de müzik terimleriyle açıklanamadığı gruplar vardır. Belki kulakların bakirliğinin bozulmasından, belki yakaladıkları atmosferden, belki üstün yeteneklerinden, belki de gerçekten özel olmalarından dolayı. Kuşkusuz dredg onlardan biri. Metallica yorumlasa "Eski Metallica geri döndü lan!" diyerek kafa sallanabilecek besteler bile yapsalar, üstüne kendi tarzlarını oturtmayı başardılar. İşte bu yüzden müzik terimleriyle açıklanamayacak bir müzik, dredg'in yaptığı. Özel bir müzik.

Özel diyerek niteleyebileceğimiz grupların her yeni albümü; sevincin yanında, "Acaba o özel şeyi bozdular mı?" sorusunun beyne musallat olmasına da neden verir. dredg'in yeni albümü "The Pariah, The Parrot, The Delusion" 6 Haziran'da resmi olarak çıkacak. Bir şarkıyı da myspace sayfalarına çoktan koydular. Ama internet'in faydaları işte; içinde yazdığına göre bir kaç saniyelik kesintilerle birlikte albüm dolaşıyor ortalıkta. Kaçırır mıyız? Hayır.

İşte bu albüm, ilk şarkıdan başlayarak o berbat sorunun cevabının olumlu olduğunu hissettirdi bana. İlk on devir sonucunda dredg'in artık değiştiğini ve bu albümün diğer albümlerin yanına bile gelemeyeceğini düşündüm. Bundaki etken ne müzikalite ne de başka bir şey. Sadece dredg'in yaptığı müziğin önceden hissettirdiği o özel duyguyu hissedemedim. Sonuçta bu grup bize Catch Without Arms gibi baştan sona şahesere dolanan bir albüm verdi. Beklentilerin yüksek olması normaldir. Ancak sonraki bir hafta boyunca şarkılar kafamın içinde dolanmaya başladılar ve her nota, her tını, her duygu, her zevk yerlerine oturdu. dredg'in yeni albümü, yine bir dredg albümü. Ne kadar popüler müziğe de kaysalar, ne kadar sound'unda değişiklik de yapsalar; albüm kapağından tracklist'ine kadar tam anlamıyla bir dredg albümü. Şimdiden benim gözümde kendine CWA'ın aşağısında Leitmotif'in yukarısında bir yer edindi. Defalarca dinlenecek, içine bir sürü duygu sığdırılacak, bir çok özel ana eşlik edecek bir albüm. Tam anlamıyla bir dredg albümü işte.

Paylaşmak gerekirse albümün en iyisini vesairesini değil; eski dredg albümlerinde hissedilen o özel şeyi en çok duyumsadığım parçayı paylaşayım. Hemi de bu açıklamayla doğru orantılı bir ismi var "Quotes" diye.

12 Mayıs 2009 Salı

Ghajini


Bollywood sinemasının şahika örneklerinden bir film. Bu filmi beğenip izleyenler var bu coğrafyada, ciddiyim. Bollywood güzel ya hani.

Memento'yu alalım, üzerine süper kahraman figürü ekleyelim ama Sylvester Stallone olsun o; sonra biraz da Julia Roberts filmi havası, kesmediyse biraz da Hint dansı. Bunları toplayıp birleştiremeyelim. 3 saatlik bir film çıksın ortaya. Seveni çıkar mutlaka.

Filmin başında Memento taklidi olduğunu sandım. Hafıza kaybı, dövmeler, notlar, fotoğraflar falan. Ama taklitten betermiş hakketen. Başroldeki denyo "Bir sürü kasım var, şarkı da söylüyorum, Hindistan'ın sevgilisiyim." havasında. Oyunculuk namına zerre gayret yok. Salya saçarak karizma yapıyor, başka da bir olayı yok. Beton surat. Hikaye desen hak getire, kopuk kopuk. "Ne anlatmaya çalıştın?" desen bir üç saat daha film çeker herhalde yönetmen. Kurgu desen herhal anlamı bilinmiyor, sorgulamamak lâzım. Bir sürü figüran, dublör, görsel efekt falan kullanılmasına ramen Cüneyt Arkın filmlerinden daha kötü. Fazla da yazmamak gerek sanki, imdb'ye bakıyoruz "genre" kısmında neler yazıyor diye. Salyalar saçarak gülüyoruz.

5 Mayıs 2009 Salı

Wolverine


"X-Men Origins: Wolverine" şeklinde bir isim uygun görülmüş bu filme. Internet'te dolaşan, montajın bitirilmediği, halatların falan gözüktüğü berbat versiyonunu yaklaşık iki ay önce izlemeye çalışmıştım da dayanamayıp kapamıştım. Hem hazır boş zaman bulmuşken, hem de halen sinemadan zevk alırken gideyim izleyeyim dedim. X-Men serilerine az da olsa sempati besleyen herkesin beğeneceği bir film çıkarmışlar sonuç olarak.

X-Men'i ecnebi veletler gibi çizgi-romanlardan değil de; çizgi filmlerden ve atari salonlarından tanımıştım. Tabii çizgi film denince sayacağım favorilerim arasına giremedi halen; ama izleyen herkesin bir favori karakteri vardır. Benimki Wolverine değildi netekim. Ancak ilk film çekildiğinde, herkesin kabul edeceği gibi Hugh Jackman o role o kadar yakıştı ki, diğer karakterler sönük kaldı. Wolverine'in karizması insanları etkiledi; ki bu da Jackman'ın rolünün hakkını verdiğini gösterir.
Yapımcılar da bunu bildiklerinden Wolverine'e münhasır bir film çıkardılar. Görünen o ki, işi kotarmışlar da. Tıpkı türün diğer örneklerinde olduğu gibi "bol görsel efekt, bol aksiyon, araya aşk hikayesi koy, bir de mesaj ver, tamamdır." anlayışı var filmde. Tabii Hugh Jackman, filmden asıl beklenileni veriyor, ona bir söz edemeyiz. Bu filme göre devam edip etmeyeceğine karar verecekti. Transit devam kararı çıktı bir nevi.
Wolverine karakterinin çocukluğundan başlatıyorlar filmi, oradan sivil savaş, Omaha Beach ve Vietnam sahneleri geçiyor hızla. Wolverine'in psikopat kardeşi Sabretooth'u da daha iyi tanıyoruz böylece. Hatta filmde zaman zaman Wolverine'in önüne bile geçiyor karizma olaraktan. Sonrası pre-dramatik Wolverine hikayesi. Diğer karakterler de aynı ayarda. Tabii benim favori karakterim Gambit var; ki onun olduğu bölümlerde düğün ateşi açasım geldi. Arada tüm kurgunun içine eden durumlarla karşılaşılıyor tabii ama beklediğimden iyi çıktı, ne diyeyim. X-Men 2 veya 3'ten de daha iyi olmuş. Zevk veriyor. Ne büyük bir ödül alır, ne de kitaplara girer. Ama Wolverine işte. Seveni izler. Hasılat da yapar; ki yapmış zaten.

Yalnız sinemada bundan önce izlediğim son film de Watchmen idi. Neler oluyor, anlamadım. Comedian'dan, Rorschah'tan, Ozymandias'tan, Dr. Manhattan'dan sonra Wolverine'e tamah etmek de kötüymüş bir yandan. Vay anasını sayın seyirciler.

4 Mayıs 2009 Pazartesi

maricinal işkenceci


80 sonrasının isim yapmış kanun adamlarındandır kendisi. gonyalı olması bir kenara, ondan ve adamlarından sünnet izi almamış hiç bir hareket yoktur. gücü olan her kesime yakın durur, yeri her zaman sağlamdır. istanbullu olarak kariyerinin zirvesini de yaptı. o zirveyi bırakmamak için şimdilerde mevzu bahis kanun adamlığını ne kadar üst seviyelerde icra ettiğini görüyoruz şimdi. 90lardaki işkenceci imajını bile aratıyor. şimdi maricinal valinin maricinal kasabı imajıyla her karede, her operasyonda görüyoruz kendisini. bu ikiliyle aynı masaya oturmak, aynı kararları almak, aynı "provakatörler"e karşı cephe almak, uzlaşmaya varmak, enseye tokat göte parmak olmak; kanı bozukluk değildir de nedir şimdi? mesele ne bir mayıs, ne de mücadele etiği. sol da zerre umrumda değil. mesele onursuzluk, mesele şerefsizlik, kaypaklık ve ikiyüzlülük.

Maricinal adam tabii

Orantılı-orantısız tartışmasını pelesenk ettikleri geçen seneden sonra; şimdi de "makul sayı"yı çıkardılar. Oraya gidip de paşa paşa yürüyen insanları ben bu sefer anlamaya bile çalışmayacağım. 1 Mayıs bayram olmuş, vay anasını. "Kanı Bozukluk" başlığını buna da atabiliriz gibi. Ama tarafları değiştirmek şartıyla. Tüm dünyanın karşısında cephe aldığı Hitler'in bile ölümü bayram olarak kutlanmıyor be. Bu günü artık tamamen bayram olarak kabul ettirdiler. Oh ne güzel. "İşçi Bayramı'nı, bayram gibi kutlasınlar. Adamın tasını attırmasınlar." diyenler artık haklı mı? Dibine kadar. Tebrik ediyoruz. Büyük iş becerdiniz.
Bu insanlar garip. Yılın yarısını bu güne hazırlanarak geçirirler. Sonra yürüyüp slogan atarlar. Akşamına "Bu seneki çok güzeldi." diye içmecelere başlarlar. Vallahi garip. Yahut patolojik vaka.

---

Tüm bunların dışında, televizyonlarda daha çok Muammer Güler görmek isterdik tabii. Gerçi bahar daha bitmedi. Eylemler olur daha. Bir kaç örgüt evine baskın yapıp; tuvalet pompası, ekmek bıçağı, viski şişesi ve çaput ele geçirirler. O zaman çıkmasını umuyoruz televizyona bol bol. Durmadan "marksistleninist" desin istiyoruz.