26 Ağustos 2009 Çarşamba

tekrardan In Bruges


Bundan önce yazmaladığım In Bruges yazısı, bu film için çok yetersiz olmuş. Çünkü o zamandan bu zamana bu filmin benim için edindiği sıfat "Rakı içerek izlediğim tek film" şeklinde. Tekrardan bakalım filme.

Üç güçlü karakter var. Üçünün de ayrı ayrı hayran olunacak özellikleri. Harry Waters, bizim coğrafyada nesilleri çoktan tükenen "İlkeli Kabadayı" statüsünden bir hayranlık yaratabilir. Ken, ununu elemiş eleğini asmış "güzel abi" olarak ayrı yönden çok sempatik bir kişilik olmuş. Ve tabii ki Ray! Hayatınız boyunca her hatırladığınızda yüreğinizin "Sök beni! At!" diye bağırdığı bir hata yaptıysanız; Ray'in kişiliğinin ne kadar gerçekçi olduğunu anlayacaksınız.

Filmin mükemmel atmosferinin, Carter Burwell imzalı harika müziklerinin dışında; karakterlerinin ekrandan çıkıp da boğazınızı sıkabilecek kadar gerçek olması, tüm beğenimizin has sebebi aslında. Üç farklı adam var, figüranlar var; ve bir çocuk. Kayıp bir çocuk. Filmin kendi diliyle bir de "Londra'nın bir yerinde, altında hiç açılmayacak bir sürü hediye olan bir Noel ağacı" var. Bu sakatlanmış ruhların birbirlerini Bruges gibi bir yerde bulmaları ise beğenimizin diğer bir sacayağı. Kara mizah anlayışı Oğuz Atay'a çok benziyor filmin. Çok yoğun bir hüzün var, ama her şey aşırı derecede komik aslında. Her şey o kadar komik ki; ardı kesilmez kahkaha faslını geçip "gözlerimden yaş geldi" faslına giriyoruz.

Mesela Ken:

"At the same time as
trying to lead a good life,
I have to reconcile myself with the
fact that, yes, I have killed people."

Mesela Ray:

- You can't go back to England, Ray. You'd be a dead man!
- I want to be a dead man. Have you been missing something?
- You don't want to be a dead man, Ray.
- I killed a little boy!

Mesela Harry:

"Ken, if I had killed a little kid, accidentally or otherwise, I wouldn't have thought twice.
I'd have killed myself on the fucking spot. On the fucking spot.
I'd have stuck the gun in me mouth on the fucking spot!"

Mesela çocuğun işlediği ölümcül günahlar:

1 - Being moody.
2 - Being bad at maths.
3 - Being sad.

---

Being sad.

5 Ağustos 2009 Çarşamba

Welcome to the NHK


Hikikomori, bizim için çok yabancı bir kavram gibi görünüyor. Japonya'da gençlerin çoğunluğunun yakalandığı bir ruh hastalığı hikikomori. Kabaca bilgi vermek gerek.Yaşamlarının belli bir bölümünde senelerce kendilerini odalarına kapatıyorlar. Yemek verilirse yiyorlar, yıkanmıyorlar, güneş ışığına tahammül edememeye başlıyorlar. Belirsiz bir süre zarfınca bu hikikomori yaşam tarzına devam ediyorlar. Hikikomori'nin nedenleri, sonuçları, tedavisi, sosyolojisi vesairesi üzerine geniş bir yazı yazmayı planlıyorum zaten. Çünkü en klişe tabiriyle "çağın vebası" olarak sıfatlandırabileceğim internet'le yakından ilişkisi var. O konuya sonradan gireriz.

Welcome to the NHK, hikikomori üzerine araştırma yaparken ilk rastladığım argümanlardan biriydi. 24 bölümlük bu anime, bir hikikomori'nin yaşamını konu alırken; kullandığı anlatım biçimi, değindiği yan konuları vesairesi ile; anime sevenlere de, "Neymiş bu hikikomori?" diyenlere de kendini izletiyor. Japon yaşam tarzına, teknolojiye, Multi-Level Marketing çılgınlığına, RPG bağımlılığına, post-modern çağ yalnızlığına ve daha irili ufaklı bir çok "yeni çağ hastalığı"na da sağlam temeller üzerine bina edilmiş eleştiriler yöneltiyor. Esas adamımız Satou-kan'ın iç dünyası, animeye ismini de vermiş olan komplo teorisi gibi özellikleri ile birlikte; animelerin olmazsa olmazlarından durum mizahı örnekleri de ayrı artılar olarak gözüküyor. "Purupuru Pururin" şeklinde bir şarkı var ki hatta; Satou-kan ile birlikte kafayı yemenize neden olabilir. Aynı ses tonuyla sonsuza kadar tekrar eder gibi çalıyor ilk bölümlerde. Hatta aşağıya koydum, tahammül edebilen dinlesin. Satou-kan'ın bu şarkıdan sonra büyük projesi olarak başladığı galge yaratımı da ayrı bir mesele tabii. Galge neymiş ki? Biz bunu animelerde anlattık.



Az buçuk bu konu hakkında merak hisseden her insana sıcak tavsiyedir.