Bazı filmlerden azami ganimeti alabilmek için farklı izlemeler yapmak gerekir. Misal Godfather serisini salt bir mafya filmi olarak değil de; kapitalizmin gelişim sürecini anlatan şahane bir film olarak izlemek her zaman daha faidelidir. Böyle filmler, değişik zamanlarda teklifsizce çıksalar yine ve tekrar izlenirler, değerlerini yitirmezler.
Anlat İstanbul'u Godfather'ın yanına koymak ne kadar uygundur bilemem. Ancak yanında yer almasa bile; en kötü ihtimalle bir sıra arkasında oturduğunu düşünüyorum. Öyle ki; gece dört buçukta bir TV kanalında çıksa, sahnelerinin yarısı kesilmiş olsa, sabah bekleyen işler olsa da kendini izletir.
Türk sinemasında pek alışık olmadığımız bir kurgu biçimi, çeşitli yönetmenlerin kendi stilleriyle anlattıkları hikayeler, masal imgesi ve müthiş oyunculuklar gibi maddeleri sıralamaya gerek bile duymuyorum. Bu perspektiflerden bakıldığında şahane bir filmdir.
Odağa odaklanmış ve ona doğru ilerlerken yüzlerce detayı ezip geçen bir erkek beyniyle bakıldığında da şahane filmdir. Odağı unutmuş ve detayların arasında gezinen bir kadın beyniyle bakıldığında da şahane filmdir. Ancak bu filmin hakkını teslim etmek için bunlar yeterli değil işte.
Her şehrin masalları vardır. Şehrin "sakinleri" bu masalları vizyona koyarlar. Uzaktan bakarak izlediği masalın gürültüsüne kapılan ve masal karakteri olmak isteyen insanlar da masalın hazırlandığı film setine akın ederler. Halbuki ne o masala ajanslardan çağırılmış oyuncular, ne de izleyenler; masalı yaşayamazlar. Masal, havada kalmış bir hikayedir, hiç bir zaman gerçekleşmeyecek bir istektir. Masalın varlığına inanıp, kendi de dahil olmak isteyen her insanın karşılaşacağı nihai durak çürümüş bir duvardır ancak. Hem bu masallarda ne başrol için yönetmenin yatağına girmek zorunda kalan prensesler, ne de "televizyona uygun bir sıfatı olmadığı için" kovulan 8. cücelerden bahsedilmez. Bu hikayeler masalın kendisinden daha büyük yer kaplarlar aslında ve tabii masalın inadına gerçeğin başkentinde ikamet ederler.
Anlat İstanbul, işte tam olarak buradan alıyor bayrağı. Bu masalların; her köşesinde, her an, farklı şekillerde yaratıldığı İstanbul'un; makyajlı suratına bir tokat indirmeyi görev addediyor. "Size üfürülen masalların film setinde bunlar yaşanıyor!" diyor. Bütünün tamamına hakim olamasa da, ışık tuttuğu örümcek ağı bağlamış köşelerde görülenler bile sahici bir anlama ulaşmakta yol kat ettiriyor. Filmin tüm karakterleri ve hikayelerinin ötesinde duran ana fikrini de; küçük bir kızın ağzından göze parmak sokmadan aktarıyor: "Şehirler arasında en güzeli İstanbul'dur. Bundan eminim. Çünkü ben İstanbul'u hiç görmedim."
Her şehrin birden fazla yüzü vardır. En sahteleri ise uzaktan görünenler işte. Şehir genişledikçe sahte yüzleri güzelleşir. Ben derim ki, şehirler arasında en yalancısı İstanbul'dur. Ardından İzmir gelir. Bir de Ankara'dan bahsederler ama; o konuda selamı kafcamus'ye verelim. Anlamam ben.
İncelikle işlenmiş karakterleri ve ilişkileri başlı başına hayran olunabilecek yanlar taşısa da; bu filmi bir de böyle izlemek gerek. Altan Erkekli'yi bu filmde izledikten sonra; "Komedi Türk" adı altında yaptığı şaklabanlığa neden kazan kaldırıldığı da anlaşılır tahminimce.
Şu sahneyi izleyip etkilenmeyecek insan var mıdır? Yoktur bence.
Halen Youtube'a erişmekte sorun çekenler için de şöyle bir şey var kıyıdan.
27 Haziran 2009 Cumartesi
12 Haziran 2009 Cuma
yeni valiniz hayırlı olsun
Önce şu habere bakalım.
Cerrah Babalıkla başlayıp işkenceciliğe, oradan da maricinal valinin sağ koluna terfi eden adam şimdi vali oldu. Osmaniye'nin ne olduğunu bilen şaşırmayacaktır tabii. Ama ben dinlendirme amaçlı gönderildiğini düşünüyorum. 3-4 sene içerisinde "Yeter, çok dinlendin." deyip güneydoğuya gönderirlerse şaşırmam. Eski mesleğinin imajını tekrardan kazanır.
Cerrah Babalıkla başlayıp işkenceciliğe, oradan da maricinal valinin sağ koluna terfi eden adam şimdi vali oldu. Osmaniye'nin ne olduğunu bilen şaşırmayacaktır tabii. Ama ben dinlendirme amaçlı gönderildiğini düşünüyorum. 3-4 sene içerisinde "Yeter, çok dinlendin." deyip güneydoğuya gönderirlerse şaşırmam. Eski mesleğinin imajını tekrardan kazanır.
9 Haziran 2009 Salı
Lake Tahoe
Film festivallerinde görülen Meksikalı Eimbcke'nin geçen seneki filmi bu. İsminden aldanıp yemyeşil ağaçları, mavinin ilk anlamındaki denizleri vesaireyi gösterdiği sanılmasın. Aksine Meksika'nın insanı sinir eden durgunluğu ve renksizliğinde geçiyor film. Tahoe Gölü ise hiç gidilmemiş, hiç görülmemiş, oralarda bir yerde olduğu bilinen bir seyahat kartından ibaret.
Film belki de şimdiye kadar çekilmiş en sakin film. Ne kadar iyi olursa olsun uyutabilecek cinsten. Kısa tutulmuş, belki de bu yüzden. En derin acılardan birinin bu kadar sessiz ve yavaş anlatılması belki bir artı olarak kabul edilebilir. Ancak arka plana atılan acı hikayesinin sahnesinde karşılaştığımız karakterler tamamen kendilerine münhasır şahıslar. Hepsi ayrı bir dünyada; bazen birbirlerinin çekim alanlarına girip ayrılıyorlar.
"Bir araba tamir etmek için ne kadar zaman gerekir?" diye bir soru atsak ortaya, bu film izlenmeden cevap verilmemesi gerekir. O öldürücü can sıkıntısı ve siesta havası filme öyle bir yedirilmiş ki; izlerken gayet içten öflemekler püflemekler ortaya çıkabilir. Filmin çekim tekniği de kendine özel. Film izlermiş gibi değil de, bu insanları uzaktan gözetleyip dinlermiş gibi izleniyor. Belki sırf bu yüzden güzel; ama güzel film.
4 Haziran 2009 Perşembe
Sanguepazzo aka Wild Blood
Monica Belluci'nin geçen seneki filmi. İtalyan-Fransız ortak yapımı. Yani sonuç olarak Monica Belluci'nin başrol oynadığı film, Monica Belluci filmidir; diğerleri arkadan gelir. Bu sene çektiği iki filmi, özellikle "Ne te retourne pas"ı izlemeden önce alıştırma niyetine izledik.
Faşist İtalya döneminde geçiyor film. Ne faşistlerden ne de direnişten yana bir tutum sergileyen aktris Luise Ferrida ile aşık olduğu iki adamın hikayesini anlatıyor. Tarihi bir film olarak bakıldığında pek bir şey vaad etmiyor. Drama filmi olarak bakıldığında ise Monica hazretleri haricinde gayet başarılı oyunculukları ile birlikte güzel bir film sayılabilir. Yani ki; içinde bu kadının olduğu film zaten izlenir. Hatta film değil, başka bir şey olsa da izlenir. Ne bileyim; Monica içsin, yesin, sıçsın, gezsin, tozsun, sevişsin, hoplasın, zıplasın, televizyon izlesin falan. O bile izlenir. Ama gel gelelim, bu filmdeki oyunculuğu berbat işte. Yönetmen, güzel bir film ortaya çıkarabilecekken başrol seçimi ile içine etmiş projenin.
Monica Belluci hayranları zaten izler bu filmi; ama öyle iyi bir film falan değil neticede.
1 Haziran 2009 Pazartesi
Der Baader Meinhof Komplex
Bu afiş, 70ler Almanyası'ndaki orjinalinden kopyadır.
Mesela bu yörede ilahlaştırılan Deniz Gezmiş, Mahir Çayan, İbrahim Kaypakkaya gibi isimlerin Almanya'daki karşılıkları RAF'ın kurucuları işte. Stefan Austs'un kaleminden okuduğumuz kitabın filmi de onların hayatını anlatıyor.
Filmi izledikten sonra anladığımız şu ki; bizimkilerin çektiği küçük emrah filmi kıvamındaki 12 Eylül anlatıları ile arasında çok fark var. "Anlatı" diyorum, çünkü çoğuna film demek saflık olur. İşte Baader/Meinhof'un filmini film yapmış Uli Edel. Hiç yoktan bu yönüyle bir takdiri hakkediyor. RAF'ın amaçlarına, anti-kapitalist propagandaya, şiddete yönelme nedenlerine neredeyse hiç değinilmemiş. Filmde izlediğimiz, daha çok; bildiğimiz RAF'ın nasıl işlediği.
Karakterler arasındaki ilişkiler, dönemin stresli atmosferi, o zamanlar işlerin nasıl yürüdüğü vesairesi ne ifrata ne de tefrite kaçılmadan anlatılmış. Ama tabii ana amaç Ulrike Meinhof ile Andreas Baader'in hayatlarını anlatmak olduğundan; daha çok onların kişiliklerine, aktivitelerine, duygusal salınımlarına tanık oluyoruz film boyunca. Eylemler ve toplantılar gayet gerçekçi şekilde anlatılırken yine ana amaçtan sapmamak için örgütlenme safhalarının kıyısından bile geçilmiyor. Bir de ne silahlar varmış arkadaş o zamanki teröristlerin ellerinde. Kıskanarak izledim bazı sahneleri desem, yalan olmaz.
Tabii hem solcu hem de kitle ekmeği yiyen insanlar çıkıp da: "Baader kadın düşmanı değildi! O öyle değildi. Bu böyle değildi. RAF'ın nasıl oluştuğu, amaçları anlatılmıyor. Sadece şiddet üzerine odaklanılmış. Bu film berbat! Hiç de bilem öyle değildi o zamanlar abisi." şeklinde dam üstünde saksağan yorumları yaparlar. Normaldir. Ne solcu ne de kitle ekmeği yiyen bir insan olarak; ben bu filmi gayetle başarılı buldum. Az buçuk bu tarihlerle ilgisi olanlar, zaten olayların birbirleriyle olan bağlantılarını biliyorlar sonuç olarak.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)