26 Ağustos 2009 Çarşamba

tekrardan In Bruges


Bundan önce yazmaladığım In Bruges yazısı, bu film için çok yetersiz olmuş. Çünkü o zamandan bu zamana bu filmin benim için edindiği sıfat "Rakı içerek izlediğim tek film" şeklinde. Tekrardan bakalım filme.

Üç güçlü karakter var. Üçünün de ayrı ayrı hayran olunacak özellikleri. Harry Waters, bizim coğrafyada nesilleri çoktan tükenen "İlkeli Kabadayı" statüsünden bir hayranlık yaratabilir. Ken, ununu elemiş eleğini asmış "güzel abi" olarak ayrı yönden çok sempatik bir kişilik olmuş. Ve tabii ki Ray! Hayatınız boyunca her hatırladığınızda yüreğinizin "Sök beni! At!" diye bağırdığı bir hata yaptıysanız; Ray'in kişiliğinin ne kadar gerçekçi olduğunu anlayacaksınız.

Filmin mükemmel atmosferinin, Carter Burwell imzalı harika müziklerinin dışında; karakterlerinin ekrandan çıkıp da boğazınızı sıkabilecek kadar gerçek olması, tüm beğenimizin has sebebi aslında. Üç farklı adam var, figüranlar var; ve bir çocuk. Kayıp bir çocuk. Filmin kendi diliyle bir de "Londra'nın bir yerinde, altında hiç açılmayacak bir sürü hediye olan bir Noel ağacı" var. Bu sakatlanmış ruhların birbirlerini Bruges gibi bir yerde bulmaları ise beğenimizin diğer bir sacayağı. Kara mizah anlayışı Oğuz Atay'a çok benziyor filmin. Çok yoğun bir hüzün var, ama her şey aşırı derecede komik aslında. Her şey o kadar komik ki; ardı kesilmez kahkaha faslını geçip "gözlerimden yaş geldi" faslına giriyoruz.

Mesela Ken:

"At the same time as
trying to lead a good life,
I have to reconcile myself with the
fact that, yes, I have killed people."

Mesela Ray:

- You can't go back to England, Ray. You'd be a dead man!
- I want to be a dead man. Have you been missing something?
- You don't want to be a dead man, Ray.
- I killed a little boy!

Mesela Harry:

"Ken, if I had killed a little kid, accidentally or otherwise, I wouldn't have thought twice.
I'd have killed myself on the fucking spot. On the fucking spot.
I'd have stuck the gun in me mouth on the fucking spot!"

Mesela çocuğun işlediği ölümcül günahlar:

1 - Being moody.
2 - Being bad at maths.
3 - Being sad.

---

Being sad.

5 Ağustos 2009 Çarşamba

Welcome to the NHK


Hikikomori, bizim için çok yabancı bir kavram gibi görünüyor. Japonya'da gençlerin çoğunluğunun yakalandığı bir ruh hastalığı hikikomori. Kabaca bilgi vermek gerek.Yaşamlarının belli bir bölümünde senelerce kendilerini odalarına kapatıyorlar. Yemek verilirse yiyorlar, yıkanmıyorlar, güneş ışığına tahammül edememeye başlıyorlar. Belirsiz bir süre zarfınca bu hikikomori yaşam tarzına devam ediyorlar. Hikikomori'nin nedenleri, sonuçları, tedavisi, sosyolojisi vesairesi üzerine geniş bir yazı yazmayı planlıyorum zaten. Çünkü en klişe tabiriyle "çağın vebası" olarak sıfatlandırabileceğim internet'le yakından ilişkisi var. O konuya sonradan gireriz.

Welcome to the NHK, hikikomori üzerine araştırma yaparken ilk rastladığım argümanlardan biriydi. 24 bölümlük bu anime, bir hikikomori'nin yaşamını konu alırken; kullandığı anlatım biçimi, değindiği yan konuları vesairesi ile; anime sevenlere de, "Neymiş bu hikikomori?" diyenlere de kendini izletiyor. Japon yaşam tarzına, teknolojiye, Multi-Level Marketing çılgınlığına, RPG bağımlılığına, post-modern çağ yalnızlığına ve daha irili ufaklı bir çok "yeni çağ hastalığı"na da sağlam temeller üzerine bina edilmiş eleştiriler yöneltiyor. Esas adamımız Satou-kan'ın iç dünyası, animeye ismini de vermiş olan komplo teorisi gibi özellikleri ile birlikte; animelerin olmazsa olmazlarından durum mizahı örnekleri de ayrı artılar olarak gözüküyor. "Purupuru Pururin" şeklinde bir şarkı var ki hatta; Satou-kan ile birlikte kafayı yemenize neden olabilir. Aynı ses tonuyla sonsuza kadar tekrar eder gibi çalıyor ilk bölümlerde. Hatta aşağıya koydum, tahammül edebilen dinlesin. Satou-kan'ın bu şarkıdan sonra büyük projesi olarak başladığı galge yaratımı da ayrı bir mesele tabii. Galge neymiş ki? Biz bunu animelerde anlattık.



Az buçuk bu konu hakkında merak hisseden her insana sıcak tavsiyedir.


15 Temmuz 2009 Çarşamba

Hürriyet Bizim Canımız


Son günlerde hayatın ne kadar sıkıcı olduğuna dair felsefik düşünceler içerisindeydim. Kâh Schopenhaur okuyup Tokio Hotel dinliyordum. Kâh Caraco okuyup duvarlara "Chaos! Death!" yazıyordum. Kendimi aşmıştım. Her şey daha da kötüye gidecekken bu habere denk geldim. Sonra kendime geldim.

Hürriyet Gazetesi bu topraklarda değil de Avustralya'da falan vücut bulsaydı hayat çok sıkıcı olmaz mıydı? Ne bileyim gözlerine siyah bant çekilen tavukları görmeseydik mesela; Bekir Coşkun hayvanları ve orduyu özünden çok sevmeseydi; bu hayat daha çekilmez olmaz mıydı? Avustralya'da "Unfortunate kangaroo raped by betrayer terrorists!" başlığı altında gözleri kapatılmış kanguru fotoğrafları yayınlayan gazeteler olduğunu duysaydık. İçten içe kıskanmaz mıydık? "Niye biz onlar kadar gülemiyoruz?" demez miydik?

Bana yaşam enerjisi veren, pirzolalar yediren sebeplerin başındasın Hürriyet! İyi ki varsın!

13 Temmuz 2009 Pazartesi

This Way Up

"2009 Sundance Film Festival Official Selection" yazıyore.


This way up from javier cuello on Vimeo.

27 Haziran 2009 Cumartesi

Anlat İstanbul

Bazı filmlerden azami ganimeti alabilmek için farklı izlemeler yapmak gerekir. Misal Godfather serisini salt bir mafya filmi olarak değil de; kapitalizmin gelişim sürecini anlatan şahane bir film olarak izlemek her zaman daha faidelidir. Böyle filmler, değişik zamanlarda teklifsizce çıksalar yine ve tekrar izlenirler, değerlerini yitirmezler.

Anlat İstanbul'u Godfather'ın yanına koymak ne kadar uygundur bilemem. Ancak yanında yer almasa bile; en kötü ihtimalle bir sıra arkasında oturduğunu düşünüyorum. Öyle ki; gece dört buçukta bir TV kanalında çıksa, sahnelerinin yarısı kesilmiş olsa, sabah bekleyen işler olsa da kendini izletir.
Türk sinemasında pek alışık olmadığımız bir kurgu biçimi, çeşitli yönetmenlerin kendi stilleriyle anlattıkları hikayeler, masal imgesi ve müthiş oyunculuklar gibi maddeleri sıralamaya gerek bile duymuyorum. Bu perspektiflerden bakıldığında şahane bir filmdir.
Odağa odaklanmış ve ona doğru ilerlerken yüzlerce detayı ezip geçen bir erkek beyniyle bakıldığında da şahane filmdir. Odağı unutmuş ve detayların arasında gezinen bir kadın beyniyle bakıldığında da şahane filmdir. Ancak bu filmin hakkını teslim etmek için bunlar yeterli değil işte.

Her şehrin masalları vardır. Şehrin "sakinleri" bu masalları vizyona koyarlar. Uzaktan bakarak izlediği masalın gürültüsüne kapılan ve masal karakteri olmak isteyen insanlar da masalın hazırlandığı film setine akın ederler. Halbuki ne o masala ajanslardan çağırılmış oyuncular, ne de izleyenler; masalı yaşayamazlar. Masal, havada kalmış bir hikayedir, hiç bir zaman gerçekleşmeyecek bir istektir. Masalın varlığına inanıp, kendi de dahil olmak isteyen her insanın karşılaşacağı nihai durak çürümüş bir duvardır ancak. Hem bu masallarda ne başrol için yönetmenin yatağına girmek zorunda kalan prensesler, ne de "televizyona uygun bir sıfatı olmadığı için" kovulan 8. cücelerden bahsedilmez. Bu hikayeler masalın kendisinden daha büyük yer kaplarlar aslında ve tabii masalın inadına gerçeğin başkentinde ikamet ederler.

Anlat İstanbul, işte tam olarak buradan alıyor bayrağı. Bu masalların; her köşesinde, her an, farklı şekillerde yaratıldığı İstanbul'un; makyajlı suratına bir tokat indirmeyi görev addediyor. "Size üfürülen masalların film setinde bunlar yaşanıyor!" diyor. Bütünün tamamına hakim olamasa da, ışık tuttuğu örümcek ağı bağlamış köşelerde görülenler bile sahici bir anlama ulaşmakta yol kat ettiriyor. Filmin tüm karakterleri ve hikayelerinin ötesinde duran ana fikrini de; küçük bir kızın ağzından göze parmak sokmadan aktarıyor: "Şehirler arasında en güzeli İstanbul'dur. Bundan eminim. Çünkü ben İstanbul'u hiç görmedim."

Her şehrin birden fazla yüzü vardır. En sahteleri ise uzaktan görünenler işte. Şehir genişledikçe sahte yüzleri güzelleşir. Ben derim ki, şehirler arasında en yalancısı İstanbul'dur. Ardından İzmir gelir. Bir de Ankara'dan bahsederler ama; o konuda selamı kafcamus'ye verelim. Anlamam ben.

İncelikle işlenmiş karakterleri ve ilişkileri başlı başına hayran olunabilecek yanlar taşısa da; bu filmi bir de böyle izlemek gerek. Altan Erkekli'yi bu filmde izledikten sonra; "Komedi Türk" adı altında yaptığı şaklabanlığa neden kazan kaldırıldığı da anlaşılır tahminimce.

Şu sahneyi izleyip etkilenmeyecek insan var mıdır? Yoktur bence.




Halen Youtube'a erişmekte sorun çekenler için de şöyle bir şey var kıyıdan.

Signs

Kısa film. Uzun sırıtış.


12 Haziran 2009 Cuma

yeni valiniz hayırlı olsun

Önce şu habere bakalım.

Cerrah Babalıkla başlayıp işkenceciliğe, oradan da maricinal valinin sağ koluna terfi eden adam şimdi vali oldu. Osmaniye'nin ne olduğunu bilen şaşırmayacaktır tabii. Ama ben dinlendirme amaçlı gönderildiğini düşünüyorum. 3-4 sene içerisinde "Yeter, çok dinlendin." deyip güneydoğuya gönderirlerse şaşırmam. Eski mesleğinin imajını tekrardan kazanır.

9 Haziran 2009 Salı

Lake Tahoe


Film festivallerinde görülen Meksikalı Eimbcke'nin geçen seneki filmi bu. İsminden aldanıp yemyeşil ağaçları, mavinin ilk anlamındaki denizleri vesaireyi gösterdiği sanılmasın. Aksine Meksika'nın insanı sinir eden durgunluğu ve renksizliğinde geçiyor film. Tahoe Gölü ise hiç gidilmemiş, hiç görülmemiş, oralarda bir yerde olduğu bilinen bir seyahat kartından ibaret.

Film belki de şimdiye kadar çekilmiş en sakin film. Ne kadar iyi olursa olsun uyutabilecek cinsten. Kısa tutulmuş, belki de bu yüzden. En derin acılardan birinin bu kadar sessiz ve yavaş anlatılması belki bir artı olarak kabul edilebilir. Ancak arka plana atılan acı hikayesinin sahnesinde karşılaştığımız karakterler tamamen kendilerine münhasır şahıslar. Hepsi ayrı bir dünyada; bazen birbirlerinin çekim alanlarına girip ayrılıyorlar.

"Bir araba tamir etmek için ne kadar zaman gerekir?" diye bir soru atsak ortaya, bu film izlenmeden cevap verilmemesi gerekir. O öldürücü can sıkıntısı ve siesta havası filme öyle bir yedirilmiş ki; izlerken gayet içten öflemekler püflemekler ortaya çıkabilir. Filmin çekim tekniği de kendine özel. Film izlermiş gibi değil de, bu insanları uzaktan gözetleyip dinlermiş gibi izleniyor. Belki sırf bu yüzden güzel; ama güzel film.

4 Haziran 2009 Perşembe

Sanguepazzo aka Wild Blood


Monica Belluci'nin geçen seneki filmi. İtalyan-Fransız ortak yapımı. Yani sonuç olarak Monica Belluci'nin başrol oynadığı film, Monica Belluci filmidir; diğerleri arkadan gelir. Bu sene çektiği iki filmi, özellikle "Ne te retourne pas"ı izlemeden önce alıştırma niyetine izledik.

Faşist İtalya döneminde geçiyor film. Ne faşistlerden ne de direnişten yana bir tutum sergileyen aktris Luise Ferrida ile aşık olduğu iki adamın hikayesini anlatıyor. Tarihi bir film olarak bakıldığında pek bir şey vaad etmiyor. Drama filmi olarak bakıldığında ise Monica hazretleri haricinde gayet başarılı oyunculukları ile birlikte güzel bir film sayılabilir. Yani ki; içinde bu kadının olduğu film zaten izlenir. Hatta film değil, başka bir şey olsa da izlenir. Ne bileyim; Monica içsin, yesin, sıçsın, gezsin, tozsun, sevişsin, hoplasın, zıplasın, televizyon izlesin falan. O bile izlenir. Ama gel gelelim, bu filmdeki oyunculuğu berbat işte. Yönetmen, güzel bir film ortaya çıkarabilecekken başrol seçimi ile içine etmiş projenin.

Monica Belluci hayranları zaten izler bu filmi; ama öyle iyi bir film falan değil neticede.

1 Haziran 2009 Pazartesi

Der Baader Meinhof Komplex


Bu afiş, 70ler Almanyası'ndaki orjinalinden kopyadır.

Mesela bu yörede ilahlaştırılan Deniz Gezmiş, Mahir Çayan, İbrahim Kaypakkaya gibi isimlerin Almanya'daki karşılıkları RAF'ın kurucuları işte. Stefan Austs'un kaleminden okuduğumuz kitabın filmi de onların hayatını anlatıyor.

Filmi izledikten sonra anladığımız şu ki; bizimkilerin çektiği küçük emrah filmi kıvamındaki 12 Eylül anlatıları ile arasında çok fark var. "Anlatı" diyorum, çünkü çoğuna film demek saflık olur. İşte Baader/Meinhof'un filmini film yapmış Uli Edel. Hiç yoktan bu yönüyle bir takdiri hakkediyor. RAF'ın amaçlarına, anti-kapitalist propagandaya, şiddete yönelme nedenlerine neredeyse hiç değinilmemiş. Filmde izlediğimiz, daha çok; bildiğimiz RAF'ın nasıl işlediği.

Karakterler arasındaki ilişkiler, dönemin stresli atmosferi, o zamanlar işlerin nasıl yürüdüğü vesairesi ne ifrata ne de tefrite kaçılmadan anlatılmış. Ama tabii ana amaç Ulrike Meinhof ile Andreas Baader'in hayatlarını anlatmak olduğundan; daha çok onların kişiliklerine, aktivitelerine, duygusal salınımlarına tanık oluyoruz film boyunca. Eylemler ve toplantılar gayet gerçekçi şekilde anlatılırken yine ana amaçtan sapmamak için örgütlenme safhalarının kıyısından bile geçilmiyor. Bir de ne silahlar varmış arkadaş o zamanki teröristlerin ellerinde. Kıskanarak izledim bazı sahneleri desem, yalan olmaz.

Tabii hem solcu hem de kitle ekmeği yiyen insanlar çıkıp da: "Baader kadın düşmanı değildi! O öyle değildi. Bu böyle değildi. RAF'ın nasıl oluştuğu, amaçları anlatılmıyor. Sadece şiddet üzerine odaklanılmış. Bu film berbat! Hiç de bilem öyle değildi o zamanlar abisi." şeklinde dam üstünde saksağan yorumları yaparlar. Normaldir. Ne solcu ne de kitle ekmeği yiyen bir insan olarak; ben bu filmi gayetle başarılı buldum. Az buçuk bu tarihlerle ilgisi olanlar, zaten olayların birbirleriyle olan bağlantılarını biliyorlar sonuç olarak.

29 Mayıs 2009 Cuma

Ikigami


Japon sinemasının drama üzerine ihtisas yaptığını düşünüyorum. Çünkü o yöreden çıkan tüm drama filmleri belli bir seviyenin üzerinde oluyorlar. "Japon draması" terimi ise terminolojimize çoktan girdi. İşte müzikleriyle, hikayeleriyle, oyunculukları ve topyekün atmosferiyle Ikigami, Japon sinemasından kallavi bir distopya örneği.

"You serve our nation!" meselini daha önce de gerek aksiyon, gerekse pür dramatizasyon üzerine kurulu filmlerde izledik. Ancak bu film için beklentileri yüksek tutmaktan çekinmeyin ve distopya namına izlediğiniz tüm filmlerin iki gömlek üstünü hayal edin. Ikigami oralarda bir yerde ikamet ediyor.

Ulusal Refah Kanunu yürürlüğe konulur ve bu kanun çerçevesinde ilk okula başlayan her vatandaşa aşılama yapılır. Bu enjeksiyonlardan bazılarının içinde nano-kapsüller vardır. Kapsülün kimlere enjekte edildiğini kimse bilmez. Ve vücudunda kapsül olan insan, 18-24 yaşları arasında belirli bir gün ve belirli bir saatte kapsülün akciğer damarını kesmesiyle ölecektir. Amaç, hayatın değerinin kavranması ve ulusun yararlılığının artırılması olarak özetlenir.
İşte, bu kapsülü 7 yaşında damardan yiyen insanlara ölmeden tam 24 saat önce ölüm sertifikası gönderilir bilgilendirme amaçlı; bu sertifika ile istediği şekilde seyahat edebilecek, yiyecek, içecek ve son gününü paşalar gibi yaşayacaktır.. kağıt üstünde..
İşte o sertifika da bahsimiz olan filme adını veriyor: ikigami.

Sonuç olarak, distopyanın da Japon dramasının da biraz ötesinde bu film.

21 Mayıs 2009 Perşembe

In Bruges


Şurada görüp de edindim filmi. Bir çok yönetmenin, kariyerlerinin zirvesindeyken ulaşamadıkları yeteneği; ilk uzun metraj filmiyle Martin McDonagh'da görüyoruz. Yönetmen olarak önünde çok başarılı bir kariyer olacak gibi. Bir de senaryo yönünden geliştirirse kendini; büyük ihtimalle ileride büyük yönetmenlerden biri haline gelecek.

Baştan söylemek lazım gelir ki; film boyunca birbirinden şahane Brugge görüntüleri var. Başrolü Brugge'e vermişler. Bu yönüyle tam bir görsel şaheser. Tabii çok iyi ayarlanmış kamera açıları ve çekim tekniklerinin bunda etkisi büyüktür. Aynı sahneleri Murugadoss çekseydi şöyle ekranı ikiye bölerek falan; büyük ihtimalle beğenilmezdi tabii. Filmde yaratılan atmosfere tamamıyla sadık kalınarak oluşturulan soundtrack seti ile o görsel şaheserin üstüne kaymak eklenmiş. Bir de McDonagh ilk filmi olmasına ramen oyuncuya göre rol biçmek yerine role göre oyuncu biçmiş ve neredeyse hepsini yerli yerine oturtmuş. Karakterler arasındaki asal çatışmalar, diyalogları vesairesi de güzel. Ancak hikayeyi en sevmediğim şekilde bitirmiş; tam anlamıyla kötü bir senarist gibi. En büyük eksi puanı da oradan alıyor işte. Senaryo üzerine çalıştığı, diyalogları titizlikle yazdığı belli oluyor. Tam tıkırında giden senaryoyu böyle kötü bitirmek de acemilik emaresi olsa gerek. Sonuç olarak, ilk filmiyle ödül alan yönetmenler arasına girdi McDonagh işte. Güzel oldu.

16 Mayıs 2009 Cumartesi

The Pariah, The Parrot, The Delusion


Yaptıkları müziğin ne notalarla ne de müzik terimleriyle açıklanamadığı gruplar vardır. Belki kulakların bakirliğinin bozulmasından, belki yakaladıkları atmosferden, belki üstün yeteneklerinden, belki de gerçekten özel olmalarından dolayı. Kuşkusuz dredg onlardan biri. Metallica yorumlasa "Eski Metallica geri döndü lan!" diyerek kafa sallanabilecek besteler bile yapsalar, üstüne kendi tarzlarını oturtmayı başardılar. İşte bu yüzden müzik terimleriyle açıklanamayacak bir müzik, dredg'in yaptığı. Özel bir müzik.

Özel diyerek niteleyebileceğimiz grupların her yeni albümü; sevincin yanında, "Acaba o özel şeyi bozdular mı?" sorusunun beyne musallat olmasına da neden verir. dredg'in yeni albümü "The Pariah, The Parrot, The Delusion" 6 Haziran'da resmi olarak çıkacak. Bir şarkıyı da myspace sayfalarına çoktan koydular. Ama internet'in faydaları işte; içinde yazdığına göre bir kaç saniyelik kesintilerle birlikte albüm dolaşıyor ortalıkta. Kaçırır mıyız? Hayır.

İşte bu albüm, ilk şarkıdan başlayarak o berbat sorunun cevabının olumlu olduğunu hissettirdi bana. İlk on devir sonucunda dredg'in artık değiştiğini ve bu albümün diğer albümlerin yanına bile gelemeyeceğini düşündüm. Bundaki etken ne müzikalite ne de başka bir şey. Sadece dredg'in yaptığı müziğin önceden hissettirdiği o özel duyguyu hissedemedim. Sonuçta bu grup bize Catch Without Arms gibi baştan sona şahesere dolanan bir albüm verdi. Beklentilerin yüksek olması normaldir. Ancak sonraki bir hafta boyunca şarkılar kafamın içinde dolanmaya başladılar ve her nota, her tını, her duygu, her zevk yerlerine oturdu. dredg'in yeni albümü, yine bir dredg albümü. Ne kadar popüler müziğe de kaysalar, ne kadar sound'unda değişiklik de yapsalar; albüm kapağından tracklist'ine kadar tam anlamıyla bir dredg albümü. Şimdiden benim gözümde kendine CWA'ın aşağısında Leitmotif'in yukarısında bir yer edindi. Defalarca dinlenecek, içine bir sürü duygu sığdırılacak, bir çok özel ana eşlik edecek bir albüm. Tam anlamıyla bir dredg albümü işte.

Paylaşmak gerekirse albümün en iyisini vesairesini değil; eski dredg albümlerinde hissedilen o özel şeyi en çok duyumsadığım parçayı paylaşayım. Hemi de bu açıklamayla doğru orantılı bir ismi var "Quotes" diye.

12 Mayıs 2009 Salı

Ghajini


Bollywood sinemasının şahika örneklerinden bir film. Bu filmi beğenip izleyenler var bu coğrafyada, ciddiyim. Bollywood güzel ya hani.

Memento'yu alalım, üzerine süper kahraman figürü ekleyelim ama Sylvester Stallone olsun o; sonra biraz da Julia Roberts filmi havası, kesmediyse biraz da Hint dansı. Bunları toplayıp birleştiremeyelim. 3 saatlik bir film çıksın ortaya. Seveni çıkar mutlaka.

Filmin başında Memento taklidi olduğunu sandım. Hafıza kaybı, dövmeler, notlar, fotoğraflar falan. Ama taklitten betermiş hakketen. Başroldeki denyo "Bir sürü kasım var, şarkı da söylüyorum, Hindistan'ın sevgilisiyim." havasında. Oyunculuk namına zerre gayret yok. Salya saçarak karizma yapıyor, başka da bir olayı yok. Beton surat. Hikaye desen hak getire, kopuk kopuk. "Ne anlatmaya çalıştın?" desen bir üç saat daha film çeker herhalde yönetmen. Kurgu desen herhal anlamı bilinmiyor, sorgulamamak lâzım. Bir sürü figüran, dublör, görsel efekt falan kullanılmasına ramen Cüneyt Arkın filmlerinden daha kötü. Fazla da yazmamak gerek sanki, imdb'ye bakıyoruz "genre" kısmında neler yazıyor diye. Salyalar saçarak gülüyoruz.