19 Eylül 2008 Cuma

Hayvanlar


Yasemin Mori 9 şarkıdan mürekkep şahane bi albüm yapmış: Hayvanlar. En azından heyecan duyacaksınız, eminim.

28 Ağustos 2008 Perşembe

Bakmak Aşktır



Kal böyle aşkım, kal böyle
Ve yalnız
Bana bak.
Bakmak aşktır.

'Soyundum işte sana yol olsun diye.'
Böyle çıplak böyle et ete
Bırak gezinsin üstünde soluğum.

Saydamdır aşk, o naif şeytan
Gözlerin, çıplak memelerin, dudakların
Böyle işte böyle gel gir yatağıma.
Ve öp sonra da
Durmadan bir daha , bir daha öp beni
Böyle uzun bir yolculuk ister aşk.
Ve çek sonra da, daha bir kendine beni
Çek ki
Bileyim benim olduğunu.
Böyle işte böyle kasık kasığa.

7 Temmuz 2008 Pazartesi

La Zona


Zenginler, kendilerini "diğerleri"nden "korumak" için bir site oluştururlar ve etrafını yüksek duvarlarla çevirirler, 24 saat devrede olan kamera sistemleri kurarlar ve dış dünyayla tüm bağlantılarını keserler. Bir gün fırtınada büyük bir reklam panosu duvarın üstüne düşer ve dört arkadaş panodan tırmanıp siteye girerler. Üç tanesi o gece öldürülür. Diğeri için insan avı başlatılır..



OROSPU ÇOCUKLARI..
OROSPU ÇOCUKLARI!
OROSPU ÇOCUKLARI..

25 Haziran 2008 Çarşamba

mantarlamak


mehmet öz, seninle böyle konuşmak istemezdim ama hakkaten bi yürü git kardeşim. sabahları şişe mantarı çiğneyecekmişim de, stresim azalacakmış da. ulen seni o ağzında mantarla gördüğümde yaşadığım stres nolacak? güzel marmara şarabı pek güzeldir evet ama daha açılırken zaten kırılan o adi mantarı bi de nasıl çiğneyecem lan? "amannn mantar çiğnemem lazım" diye her akşam parayı şaraba mı gömecem lan? diyorum işte, hakkaten bi yürü git kardeşim. sağlığa da iyi gelir hem...

ps. milliyet'in haberinin altındaki "bilmem şu sitede daha ayrıntılı bilgi var, hadi bi tıklayın hele" şeysine tıklayan bizden değildir. bunu da demiş olayım. merak etmeyin kardeşim öyle her şeyi.

8 Haziran 2008 Pazar

tempus fugit



şimdi bunun "zaman geçiyor" gibi bir şey olduğu tahmin edilebilir zaten: "il tempo se ne va". fakat merak edip "ne diyor bu adam" demezseniz, aslında kızına şarkı söyleyen bir baba olduğunu anlamazsınız. ki aslında celentano bir şey diyorsa dikkat kesilmek farzdır.

deezer denilen, aranılan hemen her şeyin bulunduğu pek başarılı, leziz hadiseyi de bu vesileyle tanıtmış olalım işte.

30 Mayıs 2008 Cuma

yerim

Hannibal Rising namlı film, sonuna doğru "fazla uzadı yahuu" dedirtse de, beklediğimden iyiydi.

netim, prensip olarak iyi servis edildiği sürece her şeyi yiyebilecek bir insanım; köpek olur, eşek olur, insan olur fark edeceğini sanmam. polemiklere karşı anahtar noktanın altını tekrar çizeyim, "iyi servis"; sunumuyla, görünümüyle, garnitürüyle yani. haa, tadını beğenmem yarıda bırakırım o ayrı, şimdiden bir şey diyemem bu konuda (misal aklıma geldi hemen paça çorbası denen şeyi sevmem, içmem). fakat çok zamandan beri, bu yemek konusundaki "o yenmez", "bu yenmez" itikadının çok şartlı refleks olduğunu düşünürüm. zira dünyanın bir yerlerinde insanlar, örneğin köpekleri yiyorlar ve bundan mutlu oluyorlarsa, bunu kültürlerinin bir parçası yapmışlarsa, "iğğğğ iğrençççç" deme hakkını nereden buluyoruz ki biz? birilerinin cips niyetine kıtır kıtır yediği hamamböcekleri, neden salyangozdan, kurbağa bacağından daha geri bir kültüre işaret etsin ki?

şu yazıyı sonuna kadar okuyun. enver hocam, hem eğlenceli hem de hissiyatıma tam tercüman.

11 Mayıs 2008 Pazar

Cinselik açık bi kapı imiş!

Bu konu ile Radyo Bemba dinleyenlerinin kulaklarına zarar vermek istemezdim ama bahsedeceğim klibi görünce yüzümde bir buruşma oldu, bu yazını sebebi de o buruşmadır.
Artun Ertürk, Diplomatic Immunıty'den yıllardır beklenen albümünü yapmış, ilk klip de kanallarda geziniyor. Diplomatic Immunity bir süredir Diplomatic Rock Opera adı ile sahneye çıkıyordu ama albüm "Artun Ertürk&Diplomatic Rock Opera" adı ile yayımlanmış, bu nüansı anlamadım ama pek iyiye de yoramadım doğrusu.

Vaktiyle "nil feminizmi" adını verdiğim bir akım geliştirmişti Nil hanımkızımız. Bilindiği üzere şarkılarında bolca koftiden feminizm kırıntıları vardır Nil Karaibrahimgil'in. Güzel şarkılar da yapar, onu sevmediğim sanılmasın ama kendisiyle ilgili baskın kanım feminizmin içinin boşalmasına katkısı olduğu yönünde. Nil'den bahsetme sebebim Artun Ertürk'ün ( adı geçen şarkıda düet yaptıkları Pamela'nın da) tıpkı Nil gibi büyük olduğu söylenmeden büyük laflar etmesi. Cinsellikle ilgili tabuları yıkmak arzusu buram buram okunuyor şarkıdan. Bir anlam karmaşasından bahsedilebilir ama derdin bu olduğu ortada. Bana bayağı eğreti geldi, olmamış geldi. Bu minvalde şarkılar vesair bu ülkede yapılmamış şeyler olsa bile biz dünyada yapılmış örneklerini biliyoruz o nedenle bu motivasyonu yapmacık buluyorum. Bir Ortadoğu ülkesi için yeni şeyler söylediklerini/yaptıklarını zannediyorlar ve evet "sürüden ayrı" görüyorlar kendilerini ama mesele bunların "yeni" olmayışı. Ürettiklerine şaşırmayan-şaşırmayacak olan bir dolu insan var, başka bir büyük grup da tıpkı kendileri gibi yaşıyor. Dünyada üretilen diğer şeylerden haberdarlar. Striptiz görüntülü klip çekilmiş misal bu şarkıya ama striptizin kendisi de, striptizli klip de, cinsel özgürlük lafları da yeni değil. Ve dediğim gibi nefis örnekleri yıllar yıllar önce yapıldı. Ha yeni bir şey söylemek zorundalar mı derseniz, bence değiller. Yüzyıllardır aşktan bahsediliyor neticede şarkılarda ama yeni bir şey yapıyorum iddiası yeni bir şey söylüyor olmayı gerektiriyor. Şarkının sözlerine şuradan bakılabilir.
Şarkıyı dinlemek isteyenler için isim vereyim ( youtube linki veremiyorum, malum ): Cinsellik açık bir kapı.
Korkmayın girin, beğenmezseniz hemen çıkabilirsiniz.

4 Mayıs 2008 Pazar

alexandre dumas'ın* kemikleri sızlarken







bemba, düz bir iç dökme mekanı değil; içini dökerken kitapla, şiirle, sinemayla, televizyonla, şarkıyla, konserle, medyayla işte artık her neyse onunla da ilişkilendirme mekanı ya hani... hatta belki içini falan dökmeden sadece bunlar hakkında laf söyleme mekanı ya hani...

"boka bok deme bok alınır bok boka düşer kendini bi bok sanır" lafını vakti zamanında ahmet uğurlu'nun "karşı şov"unda duymuştum, hiç unutmadım. alın size ilişki işte...

*

1 Mayıs 2008 Perşembe

kanı bozukluk



hayır, ben fotoşoptan falan anlamam. bunlar aynen bu şekilde hürriyet'in internet sayfasından.



birincisi, olur da bir şekilde hürriyet'in internet sayfasını yapan birileri bu sayfaya gelirse taaa yedi ceddine kadar küfür ettiğimi bilsin. çünkü böyle bir adilik için sahiden insanın kanının bozuk olması gerek.

ikincisi, olur da bir şekilde sayfaya gelip de bunlara gülen biri varsa, o da hiç maval okumasın bana yorum yazacağım falan diye, siktirsin gitsin.

8 Nisan 2008 Salı

Sanat ve Felsefe

Yayınıma akıl ve fikir şeysi duyurusu ile devam ediyorum. İlgilenenler için "Felsefe Açısından Sanat ve Dil Sempozyumu" 21-22 Nisan tarihlerinde Mimar Sinan Üniversitesi Oditoryumunda. Güzel okulumuz Fındıklıda. Bekleriz.. Bir de link koyalım. Bu sefer janjanlı link koyamadım. budur. Saygılar..lar..lar..lar


http://www.msgsu.edu.tr/msu/ana_duyuru/felsefe2.pdf

kartondan pelura


yayın çizgisini falan bir yana koyalım, mevzu o değil şimdi ama ben o kalın kağıdı seven üç beş kişiden biriydim herhalde. zira katlayarak okuması gayet rahat oluyordu. neden sonra bugün yayınevinde elime geçtiğinde gördüm ki, bu sefer kartondan pelur kağıda dönmüşler.

gerçek denilen şey her zaman ifratla tefridin arasındadır, bildiğim budur.

Mongol

"Nasılmış lan bu? O kadar lafını ediyorlar." gazıyla izlenen filmlerden biri olacağı konusunda emindim. Ama film biraz abzürd çıktı.

En başta "Aaaa! Ben bu adamı sümsük sanıyordum lan!" şaşkınlığı geçirdik filmde. Çünkü bu Cengiz Han denen herif öyle bir acılar çekmiş, öyle zorluklardan geçmiş ki, bir nevi Küçük Emrah'mış kendisi. "Bir zamanlar fakir ama gururlu bir Moğol vardı." edebiyatı yapabilirmiş. Yapmamış.

Film tam anlamıyla bir görsel şölen. Öyle ki; insanın her 3-4 dakikada bir durdurup sahnelerin fotoğrafını çekesi geliyor. "Ulan orda ne rakı içilir ha." diye düşünüyor insan. "Of! Of! Of! Manzaraya bak" diyor insan. Bu insan neler diyor, neler düşünüyor; onlar var işte filmde. Ama birader, savaş yok yahu doğru düzgün. Bir Cengiz Han filmi denince insan savaş bekliyor, şöyle büyük ordular çarpışsın bekliyor. Stratejik hamleler bekliyor, savaş mucizeleri falan bekliyor. Bir sürü atlı Moğol bekliyor. Yok ama yok yok! Cengiz Han'ın Küçük Emrah dönemini anlatıyor yani bir nevi bu film. Böyle büyüyen bir insanın da ileride katliamlardan soykırımlara uzanan dizilerce şerefsizliği yapabileceğine hak vermenizi istiyor. Hak verirsiniz yahut vermezsiniz tabii orası sizi bağlar; film neticede.

Hakkını yemeyelim ama; filmde bir kaç savaş sahnesi var. Onlar da gerçekten ağzını açık bırakıyor izleyenin. Hele ki kamikazelerin binlerce kişilik ordunun içine bir girişi var ki; bitiyorsun, iki kılıç alıp koşturmak istiyorsun.

Tadanobu Asano abimiz bu role de yakışmış ama. Cuk oturmuş. Ustalığına diyecek tek bir sözümüz de yok zaten. Hasılı, izlenmeye değecek bir film olmuş bu. Ama daha fazlası değil.
Bitti.

7 Nisan 2008 Pazartesi

Madonna delle Arpie


o kitaplar ki, insanın içini ezer, büker, yoğurur, kıyar, kamaştırır; insan bazı kitapların oyuncağı olmaya izin vermeli.

kürk mantolu madonna'yı bitirdikten sonra ave maria'nın schubert versiyonunu bulup dinlemenizi öneren isviçreli diş hekimleri değil, bizzat benim...

ps. madonna delle arpie, andrea del sarto'nun tablosu.

5 Nisan 2008 Cumartesi

Mavi bir cumartesi sabahı...

Bilenler bilir, şimdiye kadar da gitmiş olabilirsiniz. Ben şu Boğaz hattı ile Anadolu Kavağına yeni gidenlerdenim. Daha önce tabanvay olarak gittiğim kavağa, bu sefer denizden ulaşmak, hem keyifli hem de acısız oldu. Muhtelif yerlerden binebiliyorsunuz vapura. Gidiş-dönüş 12.50 YTL. Biz Beşiktaş'tan saat 10:50'de eklendik diğer güruha. Keyifli, sıcak, bol çaylı kahveli 1 saat sonunda, kavağa ulaştık. Saatleri uygun, ancak dönüş için 15:00 bana erken derseniz; 16:00 ve 17:00 sarıyer opsiyonları da mevcut. Ancak söyleyelim,halen kış tarifesi uygulaniyor. 14 Nisan'dan itibaren saatler yaz tarifesine göre değişecek.

Köşedeki balık-ekmekçilerden uskumrumuzu sardırıp, biramızı aldıktan sonra, yaklaşık 15-20 dakikalık bir tırmanıştan sonra, kaleye ulaştık. Havanın biraz serin olmasının avantajını kullanarak, piknik tip ailelere ve mangal kokusuna maruz kalmadan keyfini çıkardık kavağın. Karadeniz ile marmaranın birleştiği noktaya, boğazın girişine bu kadar yakın olmak, "şimdi burdan vursak, gitsek gitsek Rusya'ya mı varırız" sorusunu akla getiriyor :) Koca bir haritanın üzerindeymişiz gibi..

Arkamızdaki yorgun yapı, halk arsında Ceneviz kalesi olarak bilinen Yoros kalesi. Hali çok harap. Bu ülkenin, tarihi eserleri korumaz ve kollamaz tavrına karşılık, ısrarla o tarihin tozlu sayfalarına gömülmemek için direniyor.

Dönüş yolunun sonunda meydan kahvesinde bir şekerli kahve iyi oluyor. İsteyene lokma ve waffle seçeneklerimiz de var. Ardından vapura biniş ve sırayla iskelelere uğrayarak, tekrar Beşiktaş. En son olarak da tadında bir Cumartesi havalanmasının ardından, projeleri hazırlamak üzere eve varış :)


Keyifli bir boğaz turu geçirmeniz dileğiyle...

27 Mart 2008 Perşembe

"pretty left of left"



ihtimal cool hand luke'u seyrettiğim dönem olduğundandır, ilkokul beşte doldurduğum anket defterlerinde "en sevdiğiniz oyuncu" kısmına de niro'yla birlikte onun ismini yazdığımı iyi hatırlıyorum...

paul newman'ın kim olduğuna, nasıl bir adam olduğuna, internet elinizin altında, bir zahmet bakın. fakat şunu bilin, 1982'den beri hayır kurumlarına, vakıflara boru değil, -yazıyla- iki yüz milyon dolar, -rakamla- 200 milyon dolar bağışlamış birinden söz ediyoruz. bir de tabii, watergate zamanı nixon'ın düşman listesine girmiş, üstelik de "bundan gurur duyuyorum" demiş birinden...

dün the sting'i seyrettikten sonra "ulan" dedim, "bu güzel adamlar da ölecek işte bir gün". allahtan filmler hep var

24 Mart 2008 Pazartesi

memnuniyetinizi dostlarınıza şikayetlerinizi müessesemize....

memlekete dair bir şeyler söylemeye kalkıp dellenmektense youtube nanesine ulaşmanın yoluna link şey edelim. radyo bemba olarak alacağımız hayır dualarını münasip yerlere küfür olarak ileteceğimizden şüpheniz olmasın:
http://vtunnel.biz/

20 Mart 2008 Perşembe

Zamanın Daha Kısa Tarihi


Tamam, Hawking fazlaca popüler olabilir. Ama "Neden bu kadar okunuyor?" sorusunu sormak da lazım cancağızlar. Nedenine giriş yapıp, kitaba geçelim.

"Bilim" dendiğinde herkesin aklına gelen şu bilmem hangi dildeki terimler, "Fizik" dendiğinde akla gelen kaldıraçlar, kuvvetler, dirençler bilmem neler bu adamın kitaplarında yok. Bahsettiği konular üst seviyede olmasına rağmen "Enbesiller için fiziğe giriş kitabı" gibi bir üslupla yazıyor. Anlaşılır ve yalın kitaplar çıkıyor böylece ortaya. Neyse..

"Zamanın Kısa Tarihi"nden sonra Doğan'dan çıkan bu kitap hem ilk kitap çıktıktan sonra gerçekleşen gelişmeleri ihtiva ediyor, hem de daha kısa ve daha eğlenceli.

"Fizik" yahut "Kuantum" ilginizi çekmiyorsa bile, bu kitap ilginizi çekecektir. Çünkü gerçeten güzel bir dili var. Onun dışında sadece resimlerine-grafiklerine bakmak için bile okunur. Hawking abimizin elinden ayağından eksik olan zekâsına vurmuş. Newton'la geçtiği dalganın haddi hesabı yok. Falan filan.

Hasıl-ı kelam benim kitap tanıtımım bu kadar olur. Evreni anlamak üzerine fikirlerin arkeolojisinden başlıyor da yeni "uzay-zaman" anlayışına kadar geliyor. Zaman yolculuğundan kara deliklere, oradan da uzaydaki tünellere kadar alıyor götürüyor kitabı. Leonard Mlodinow denen adamın bu kitapta ne gibi bir katkısı olmuş, onu anlayamadım ama neyse.

Yalnız bir dipnot düşelim: Ne kadar basit ve esprili bir dille yazılmış olsa da; kitabın bize anlatmaya çalıştığı şey, bir faşiste fikirlerin özgürlüğünü anlatmak kadar zor. Tersten bakalım: Bir faşistin fikirlerin özgürlüğünü anlaması ne kadar zorsa, bu kitabın muhtevasını anlamak da o kadar zor.

Bitti.

18 Mart 2008 Salı

vadideki köprü


televizyon karşısında koltukta sızıp kalmanın bir tadı olduğunu bilen bilir. işin tatsız kısmı, gözünü açtığında seyrettiğin şeyin bitmiş olduğunu ya da gayet seyredilecek bir şeyin dibini bulduğunu görmektir, tatsızdır.

evvelsi gün olan tam bu. gözümü açtığımda karşımda bir takım çocuklar, arapça-ibranice konuşuyorlar (şükür, belgesel altyazılı, hissiyat çok kuvvetli geçiyor). hafiften de uyku sersemliği, mevzuyu bir türlü tam olarak çözemedim ama hafiften kavradım. aynı okula gidiyorlar. birbirlerini seviyorlar. "bu işler nasıl işler" tadındalar. arada okuldaki hocalar kendi aralarında konuşuyor falan. "24"teydi, ilk bölümünü zaten kaçırmışız, vadideki köprü'nün anca son 5-6 dakikasını seyredebildim. ama tamamını görmeyi pek isterdim. tekrarı olur mu? olur da denk gelirseniz kaçırmayın.

13 Mart 2008 Perşembe

Replikas

Bu radyodan Replikas yayını yapmanın tam vaktidir; evet sevgili dinleyenler Replikas 13 Mart 2008'de ODTÜ Mimarlık Amfisi'nde leziz bir konser vermiş olup bu onlar için bir ilk değildir. Umarım ve dilerim ki son da olmaz.

Köledoyuran, Dadaruhi ve Avaz adlı üç nefis albümün yaratıcısı olan beş insandan menkul Replikas'ın her üyesi nazarımda epeyi kıymetli. Bir kere beşi de şahsına münhasır ve bir grup oluşturmaktan hayli uzak gibi duruyorlar. Duruyorlar diyorum çünkü sahnede tam bir bütün oluşturuyorlar, bununla beraber. Bir ayin gibi başlayan "şey" bir ayin gibi devam ediyor, gözlerinizi kapasanız da zaman zaman açsanız dabüyü bozulmuyor. Efsunlu birşeyler var elbette ve efsunlanan dinleyici-izleyici adını koyamadığı hisler içinde tamamlıyor bu ayini. Bittiğinde ben çok hızlı çıkıp bisi kaçırdığım için de hayli üzüldüm, gösterişli olduğuna eminim ama.

Erkin Koray seviyor musunuz diye sorduklarında bir anlık gafletle "şimdi çok popüler bi'şey geliyor" dedim içimden ve elbette yanıldım. Pek kıymetli Orçun Baştürk "peki Neşet Ertaş seviyo musunuz" dedi çünkü ardından ve biz nefis bir karışıma şahit olduk böylece. Dört üye de şarkılarda vokal yapıyor, ne büyük mutluluk; bir perdesiz bir perdeli bas çalınıyor bu ne nefis bi hava. Türkiyeli olduklarına nasıl sevindiğimi anlatamam. Bu toprakların ürünü gözüyle baktığımdan değil, kendilerini canlı dinleyebilme ihtimalimin yüksekliğinden bu sevinç.

Roka'yı bir şarkıya katıp başka alemlere yol aldıran bir gruptan söz ediyorum ve aynı anda şu geçiyor kafamdan: ne çok yol çıkıyor karşıma dinlerken. Bir tutam roka için, roka sevmeseniz de buyrunuz buradan yakınız ama önce Bahar'ı bir dinleyiniz, lütfen!

Tek şarkısını dilediğim yeni albümün geliyor oluşu biteviye heyecanımın cilasıdır.

Bonusumtrak: www.replikas.com

6 Mart 2008 Perşembe

aynaya bakmadan ruj süren kadınlar


Marianne Faithfull İstanbul’daydı; yine... 2002’de Açıkhava’ya geldiğinde, temmuzdu aylardan, sıcak bir günün ‘oh be’lik akşamıydı ama bir başkaydı buluşma. Sizli bizli bir karşılaşmaydı o, Babylon’daki ise ‘sen’e geçme ihtimalini içten içe taşıyan bir ev oturması neredeyse.
Üç günlük seri konserlerinin ikincisi düştü bana. Duydum ki ilk gününde biraz ketummuş, Boğaz havasını çekip Ayasofya’yı koklayınca kikirdeyerek çıktı sahneye. O kadar mesuttu ki, gördükleri için orada bulunanlara teşekkür etti; düşünün yani...

Önce şunu söyledi, sonra buna geçti kısmına girmeyeceğim. Kilo almış, ama tam göğsüne kafayı yaslamalık... Belki üzerindeki siyah elbiseyi de Kapalıçarşı’dan aldı; ceket hep sever... ‘Vagabond Ways’den, hani şu doktora seslenen: “İçiyorum, uyuşturucu da var. Seksi severim, biraz da fazla dolanırım ortalıkta” diye başlayan şarkıdan önce “Değiştim,” dedi, “aynı kadın değilim biliyorum.” Birilerinin ettiği ‘noooo’lar küfür mü iltifat mı bilemedim. “Ben bu yaşıma kadar geleceğimi tahmin etmiyordum ki” dedi sonra da.

Sadece o değil, çok insan bu yaşa geleceğini tahmin etmemiştir. Viski ve sigara kırçılı sesi bugün pek tatlı, ama o kadar ‘junk’a bünye mi dayanırdı Marianne abla!
İki şarkı arası sahnede ruj süren hiç görmemiştim; üstelik aynasız... Aynaya bakmadan ruj sürebilmek için iki dudağı kaç kere boyamak gerekir bilir misiniz? Hem canki, hem düşes olmak lazım en azından.

3 Mart 2008 Pazartesi

"i am a man of constant sorrow"


besmele benden olsun madem...

cohen biraderleri esasen fargo'dan değil de neredesin be birader'den bilirim ben. sonra orada olmayan adam, big lebowski falan sahiden pek güzeldir. heyhat, bu son ihtiyarlara yer yok, oscarları toplayan hani, nedir anlamadım.

son zamanlarda seyrettiğim en kötü filmdi diyecem kötü kişi olacam ama öyleydi. son yarım saatini seyretmeden yattım nitekim. sonra sordum seyretmeye devam eden biradere ve bir arkadaşa bi şey oldu mu diye, yok abi dediler. zaten ne olacaktı ki... halbuki sağa sola bakıyorum, allah bi güzellemeler, bi methiyeler. yahu filmin ilk on beş dakikası paso öyle çöl möl gösteriyor, abinin birinin elinde ne idüğü belirsiz yangın söndürücüye benzeyen oksijen tüpü gibi bi şey (neymiş, artık silahlar çok değişmişmiş. fakat aynı abi yeri geldi mi çekiyor anam babam işi silahını da), bi acayip kovalamacalar falan...

diyeceğim o ki, bu benim film işinden hiç anlamadığımın bir göstergesi olarak da okunabilir. ben gider nerdesin be birader'i seyreder, constant sorrow dinlerim yine...