26 Ağustos 2009 Çarşamba

tekrardan In Bruges


Bundan önce yazmaladığım In Bruges yazısı, bu film için çok yetersiz olmuş. Çünkü o zamandan bu zamana bu filmin benim için edindiği sıfat "Rakı içerek izlediğim tek film" şeklinde. Tekrardan bakalım filme.

Üç güçlü karakter var. Üçünün de ayrı ayrı hayran olunacak özellikleri. Harry Waters, bizim coğrafyada nesilleri çoktan tükenen "İlkeli Kabadayı" statüsünden bir hayranlık yaratabilir. Ken, ununu elemiş eleğini asmış "güzel abi" olarak ayrı yönden çok sempatik bir kişilik olmuş. Ve tabii ki Ray! Hayatınız boyunca her hatırladığınızda yüreğinizin "Sök beni! At!" diye bağırdığı bir hata yaptıysanız; Ray'in kişiliğinin ne kadar gerçekçi olduğunu anlayacaksınız.

Filmin mükemmel atmosferinin, Carter Burwell imzalı harika müziklerinin dışında; karakterlerinin ekrandan çıkıp da boğazınızı sıkabilecek kadar gerçek olması, tüm beğenimizin has sebebi aslında. Üç farklı adam var, figüranlar var; ve bir çocuk. Kayıp bir çocuk. Filmin kendi diliyle bir de "Londra'nın bir yerinde, altında hiç açılmayacak bir sürü hediye olan bir Noel ağacı" var. Bu sakatlanmış ruhların birbirlerini Bruges gibi bir yerde bulmaları ise beğenimizin diğer bir sacayağı. Kara mizah anlayışı Oğuz Atay'a çok benziyor filmin. Çok yoğun bir hüzün var, ama her şey aşırı derecede komik aslında. Her şey o kadar komik ki; ardı kesilmez kahkaha faslını geçip "gözlerimden yaş geldi" faslına giriyoruz.

Mesela Ken:

"At the same time as
trying to lead a good life,
I have to reconcile myself with the
fact that, yes, I have killed people."

Mesela Ray:

- You can't go back to England, Ray. You'd be a dead man!
- I want to be a dead man. Have you been missing something?
- You don't want to be a dead man, Ray.
- I killed a little boy!

Mesela Harry:

"Ken, if I had killed a little kid, accidentally or otherwise, I wouldn't have thought twice.
I'd have killed myself on the fucking spot. On the fucking spot.
I'd have stuck the gun in me mouth on the fucking spot!"

Mesela çocuğun işlediği ölümcül günahlar:

1 - Being moody.
2 - Being bad at maths.
3 - Being sad.

---

Being sad.

5 Ağustos 2009 Çarşamba

Welcome to the NHK


Hikikomori, bizim için çok yabancı bir kavram gibi görünüyor. Japonya'da gençlerin çoğunluğunun yakalandığı bir ruh hastalığı hikikomori. Kabaca bilgi vermek gerek.Yaşamlarının belli bir bölümünde senelerce kendilerini odalarına kapatıyorlar. Yemek verilirse yiyorlar, yıkanmıyorlar, güneş ışığına tahammül edememeye başlıyorlar. Belirsiz bir süre zarfınca bu hikikomori yaşam tarzına devam ediyorlar. Hikikomori'nin nedenleri, sonuçları, tedavisi, sosyolojisi vesairesi üzerine geniş bir yazı yazmayı planlıyorum zaten. Çünkü en klişe tabiriyle "çağın vebası" olarak sıfatlandırabileceğim internet'le yakından ilişkisi var. O konuya sonradan gireriz.

Welcome to the NHK, hikikomori üzerine araştırma yaparken ilk rastladığım argümanlardan biriydi. 24 bölümlük bu anime, bir hikikomori'nin yaşamını konu alırken; kullandığı anlatım biçimi, değindiği yan konuları vesairesi ile; anime sevenlere de, "Neymiş bu hikikomori?" diyenlere de kendini izletiyor. Japon yaşam tarzına, teknolojiye, Multi-Level Marketing çılgınlığına, RPG bağımlılığına, post-modern çağ yalnızlığına ve daha irili ufaklı bir çok "yeni çağ hastalığı"na da sağlam temeller üzerine bina edilmiş eleştiriler yöneltiyor. Esas adamımız Satou-kan'ın iç dünyası, animeye ismini de vermiş olan komplo teorisi gibi özellikleri ile birlikte; animelerin olmazsa olmazlarından durum mizahı örnekleri de ayrı artılar olarak gözüküyor. "Purupuru Pururin" şeklinde bir şarkı var ki hatta; Satou-kan ile birlikte kafayı yemenize neden olabilir. Aynı ses tonuyla sonsuza kadar tekrar eder gibi çalıyor ilk bölümlerde. Hatta aşağıya koydum, tahammül edebilen dinlesin. Satou-kan'ın bu şarkıdan sonra büyük projesi olarak başladığı galge yaratımı da ayrı bir mesele tabii. Galge neymiş ki? Biz bunu animelerde anlattık.



Az buçuk bu konu hakkında merak hisseden her insana sıcak tavsiyedir.


15 Temmuz 2009 Çarşamba

Hürriyet Bizim Canımız


Son günlerde hayatın ne kadar sıkıcı olduğuna dair felsefik düşünceler içerisindeydim. Kâh Schopenhaur okuyup Tokio Hotel dinliyordum. Kâh Caraco okuyup duvarlara "Chaos! Death!" yazıyordum. Kendimi aşmıştım. Her şey daha da kötüye gidecekken bu habere denk geldim. Sonra kendime geldim.

Hürriyet Gazetesi bu topraklarda değil de Avustralya'da falan vücut bulsaydı hayat çok sıkıcı olmaz mıydı? Ne bileyim gözlerine siyah bant çekilen tavukları görmeseydik mesela; Bekir Coşkun hayvanları ve orduyu özünden çok sevmeseydi; bu hayat daha çekilmez olmaz mıydı? Avustralya'da "Unfortunate kangaroo raped by betrayer terrorists!" başlığı altında gözleri kapatılmış kanguru fotoğrafları yayınlayan gazeteler olduğunu duysaydık. İçten içe kıskanmaz mıydık? "Niye biz onlar kadar gülemiyoruz?" demez miydik?

Bana yaşam enerjisi veren, pirzolalar yediren sebeplerin başındasın Hürriyet! İyi ki varsın!

13 Temmuz 2009 Pazartesi

This Way Up

"2009 Sundance Film Festival Official Selection" yazıyore.


This way up from javier cuello on Vimeo.

27 Haziran 2009 Cumartesi

Anlat İstanbul

Bazı filmlerden azami ganimeti alabilmek için farklı izlemeler yapmak gerekir. Misal Godfather serisini salt bir mafya filmi olarak değil de; kapitalizmin gelişim sürecini anlatan şahane bir film olarak izlemek her zaman daha faidelidir. Böyle filmler, değişik zamanlarda teklifsizce çıksalar yine ve tekrar izlenirler, değerlerini yitirmezler.

Anlat İstanbul'u Godfather'ın yanına koymak ne kadar uygundur bilemem. Ancak yanında yer almasa bile; en kötü ihtimalle bir sıra arkasında oturduğunu düşünüyorum. Öyle ki; gece dört buçukta bir TV kanalında çıksa, sahnelerinin yarısı kesilmiş olsa, sabah bekleyen işler olsa da kendini izletir.
Türk sinemasında pek alışık olmadığımız bir kurgu biçimi, çeşitli yönetmenlerin kendi stilleriyle anlattıkları hikayeler, masal imgesi ve müthiş oyunculuklar gibi maddeleri sıralamaya gerek bile duymuyorum. Bu perspektiflerden bakıldığında şahane bir filmdir.
Odağa odaklanmış ve ona doğru ilerlerken yüzlerce detayı ezip geçen bir erkek beyniyle bakıldığında da şahane filmdir. Odağı unutmuş ve detayların arasında gezinen bir kadın beyniyle bakıldığında da şahane filmdir. Ancak bu filmin hakkını teslim etmek için bunlar yeterli değil işte.

Her şehrin masalları vardır. Şehrin "sakinleri" bu masalları vizyona koyarlar. Uzaktan bakarak izlediği masalın gürültüsüne kapılan ve masal karakteri olmak isteyen insanlar da masalın hazırlandığı film setine akın ederler. Halbuki ne o masala ajanslardan çağırılmış oyuncular, ne de izleyenler; masalı yaşayamazlar. Masal, havada kalmış bir hikayedir, hiç bir zaman gerçekleşmeyecek bir istektir. Masalın varlığına inanıp, kendi de dahil olmak isteyen her insanın karşılaşacağı nihai durak çürümüş bir duvardır ancak. Hem bu masallarda ne başrol için yönetmenin yatağına girmek zorunda kalan prensesler, ne de "televizyona uygun bir sıfatı olmadığı için" kovulan 8. cücelerden bahsedilmez. Bu hikayeler masalın kendisinden daha büyük yer kaplarlar aslında ve tabii masalın inadına gerçeğin başkentinde ikamet ederler.

Anlat İstanbul, işte tam olarak buradan alıyor bayrağı. Bu masalların; her köşesinde, her an, farklı şekillerde yaratıldığı İstanbul'un; makyajlı suratına bir tokat indirmeyi görev addediyor. "Size üfürülen masalların film setinde bunlar yaşanıyor!" diyor. Bütünün tamamına hakim olamasa da, ışık tuttuğu örümcek ağı bağlamış köşelerde görülenler bile sahici bir anlama ulaşmakta yol kat ettiriyor. Filmin tüm karakterleri ve hikayelerinin ötesinde duran ana fikrini de; küçük bir kızın ağzından göze parmak sokmadan aktarıyor: "Şehirler arasında en güzeli İstanbul'dur. Bundan eminim. Çünkü ben İstanbul'u hiç görmedim."

Her şehrin birden fazla yüzü vardır. En sahteleri ise uzaktan görünenler işte. Şehir genişledikçe sahte yüzleri güzelleşir. Ben derim ki, şehirler arasında en yalancısı İstanbul'dur. Ardından İzmir gelir. Bir de Ankara'dan bahsederler ama; o konuda selamı kafcamus'ye verelim. Anlamam ben.

İncelikle işlenmiş karakterleri ve ilişkileri başlı başına hayran olunabilecek yanlar taşısa da; bu filmi bir de böyle izlemek gerek. Altan Erkekli'yi bu filmde izledikten sonra; "Komedi Türk" adı altında yaptığı şaklabanlığa neden kazan kaldırıldığı da anlaşılır tahminimce.

Şu sahneyi izleyip etkilenmeyecek insan var mıdır? Yoktur bence.




Halen Youtube'a erişmekte sorun çekenler için de şöyle bir şey var kıyıdan.

Signs

Kısa film. Uzun sırıtış.


12 Haziran 2009 Cuma

yeni valiniz hayırlı olsun

Önce şu habere bakalım.

Cerrah Babalıkla başlayıp işkenceciliğe, oradan da maricinal valinin sağ koluna terfi eden adam şimdi vali oldu. Osmaniye'nin ne olduğunu bilen şaşırmayacaktır tabii. Ama ben dinlendirme amaçlı gönderildiğini düşünüyorum. 3-4 sene içerisinde "Yeter, çok dinlendin." deyip güneydoğuya gönderirlerse şaşırmam. Eski mesleğinin imajını tekrardan kazanır.

9 Haziran 2009 Salı

Lake Tahoe


Film festivallerinde görülen Meksikalı Eimbcke'nin geçen seneki filmi bu. İsminden aldanıp yemyeşil ağaçları, mavinin ilk anlamındaki denizleri vesaireyi gösterdiği sanılmasın. Aksine Meksika'nın insanı sinir eden durgunluğu ve renksizliğinde geçiyor film. Tahoe Gölü ise hiç gidilmemiş, hiç görülmemiş, oralarda bir yerde olduğu bilinen bir seyahat kartından ibaret.

Film belki de şimdiye kadar çekilmiş en sakin film. Ne kadar iyi olursa olsun uyutabilecek cinsten. Kısa tutulmuş, belki de bu yüzden. En derin acılardan birinin bu kadar sessiz ve yavaş anlatılması belki bir artı olarak kabul edilebilir. Ancak arka plana atılan acı hikayesinin sahnesinde karşılaştığımız karakterler tamamen kendilerine münhasır şahıslar. Hepsi ayrı bir dünyada; bazen birbirlerinin çekim alanlarına girip ayrılıyorlar.

"Bir araba tamir etmek için ne kadar zaman gerekir?" diye bir soru atsak ortaya, bu film izlenmeden cevap verilmemesi gerekir. O öldürücü can sıkıntısı ve siesta havası filme öyle bir yedirilmiş ki; izlerken gayet içten öflemekler püflemekler ortaya çıkabilir. Filmin çekim tekniği de kendine özel. Film izlermiş gibi değil de, bu insanları uzaktan gözetleyip dinlermiş gibi izleniyor. Belki sırf bu yüzden güzel; ama güzel film.

4 Haziran 2009 Perşembe

Sanguepazzo aka Wild Blood


Monica Belluci'nin geçen seneki filmi. İtalyan-Fransız ortak yapımı. Yani sonuç olarak Monica Belluci'nin başrol oynadığı film, Monica Belluci filmidir; diğerleri arkadan gelir. Bu sene çektiği iki filmi, özellikle "Ne te retourne pas"ı izlemeden önce alıştırma niyetine izledik.

Faşist İtalya döneminde geçiyor film. Ne faşistlerden ne de direnişten yana bir tutum sergileyen aktris Luise Ferrida ile aşık olduğu iki adamın hikayesini anlatıyor. Tarihi bir film olarak bakıldığında pek bir şey vaad etmiyor. Drama filmi olarak bakıldığında ise Monica hazretleri haricinde gayet başarılı oyunculukları ile birlikte güzel bir film sayılabilir. Yani ki; içinde bu kadının olduğu film zaten izlenir. Hatta film değil, başka bir şey olsa da izlenir. Ne bileyim; Monica içsin, yesin, sıçsın, gezsin, tozsun, sevişsin, hoplasın, zıplasın, televizyon izlesin falan. O bile izlenir. Ama gel gelelim, bu filmdeki oyunculuğu berbat işte. Yönetmen, güzel bir film ortaya çıkarabilecekken başrol seçimi ile içine etmiş projenin.

Monica Belluci hayranları zaten izler bu filmi; ama öyle iyi bir film falan değil neticede.

1 Haziran 2009 Pazartesi

Der Baader Meinhof Komplex


Bu afiş, 70ler Almanyası'ndaki orjinalinden kopyadır.

Mesela bu yörede ilahlaştırılan Deniz Gezmiş, Mahir Çayan, İbrahim Kaypakkaya gibi isimlerin Almanya'daki karşılıkları RAF'ın kurucuları işte. Stefan Austs'un kaleminden okuduğumuz kitabın filmi de onların hayatını anlatıyor.

Filmi izledikten sonra anladığımız şu ki; bizimkilerin çektiği küçük emrah filmi kıvamındaki 12 Eylül anlatıları ile arasında çok fark var. "Anlatı" diyorum, çünkü çoğuna film demek saflık olur. İşte Baader/Meinhof'un filmini film yapmış Uli Edel. Hiç yoktan bu yönüyle bir takdiri hakkediyor. RAF'ın amaçlarına, anti-kapitalist propagandaya, şiddete yönelme nedenlerine neredeyse hiç değinilmemiş. Filmde izlediğimiz, daha çok; bildiğimiz RAF'ın nasıl işlediği.

Karakterler arasındaki ilişkiler, dönemin stresli atmosferi, o zamanlar işlerin nasıl yürüdüğü vesairesi ne ifrata ne de tefrite kaçılmadan anlatılmış. Ama tabii ana amaç Ulrike Meinhof ile Andreas Baader'in hayatlarını anlatmak olduğundan; daha çok onların kişiliklerine, aktivitelerine, duygusal salınımlarına tanık oluyoruz film boyunca. Eylemler ve toplantılar gayet gerçekçi şekilde anlatılırken yine ana amaçtan sapmamak için örgütlenme safhalarının kıyısından bile geçilmiyor. Bir de ne silahlar varmış arkadaş o zamanki teröristlerin ellerinde. Kıskanarak izledim bazı sahneleri desem, yalan olmaz.

Tabii hem solcu hem de kitle ekmeği yiyen insanlar çıkıp da: "Baader kadın düşmanı değildi! O öyle değildi. Bu böyle değildi. RAF'ın nasıl oluştuğu, amaçları anlatılmıyor. Sadece şiddet üzerine odaklanılmış. Bu film berbat! Hiç de bilem öyle değildi o zamanlar abisi." şeklinde dam üstünde saksağan yorumları yaparlar. Normaldir. Ne solcu ne de kitle ekmeği yiyen bir insan olarak; ben bu filmi gayetle başarılı buldum. Az buçuk bu tarihlerle ilgisi olanlar, zaten olayların birbirleriyle olan bağlantılarını biliyorlar sonuç olarak.

29 Mayıs 2009 Cuma

Ikigami


Japon sinemasının drama üzerine ihtisas yaptığını düşünüyorum. Çünkü o yöreden çıkan tüm drama filmleri belli bir seviyenin üzerinde oluyorlar. "Japon draması" terimi ise terminolojimize çoktan girdi. İşte müzikleriyle, hikayeleriyle, oyunculukları ve topyekün atmosferiyle Ikigami, Japon sinemasından kallavi bir distopya örneği.

"You serve our nation!" meselini daha önce de gerek aksiyon, gerekse pür dramatizasyon üzerine kurulu filmlerde izledik. Ancak bu film için beklentileri yüksek tutmaktan çekinmeyin ve distopya namına izlediğiniz tüm filmlerin iki gömlek üstünü hayal edin. Ikigami oralarda bir yerde ikamet ediyor.

Ulusal Refah Kanunu yürürlüğe konulur ve bu kanun çerçevesinde ilk okula başlayan her vatandaşa aşılama yapılır. Bu enjeksiyonlardan bazılarının içinde nano-kapsüller vardır. Kapsülün kimlere enjekte edildiğini kimse bilmez. Ve vücudunda kapsül olan insan, 18-24 yaşları arasında belirli bir gün ve belirli bir saatte kapsülün akciğer damarını kesmesiyle ölecektir. Amaç, hayatın değerinin kavranması ve ulusun yararlılığının artırılması olarak özetlenir.
İşte, bu kapsülü 7 yaşında damardan yiyen insanlara ölmeden tam 24 saat önce ölüm sertifikası gönderilir bilgilendirme amaçlı; bu sertifika ile istediği şekilde seyahat edebilecek, yiyecek, içecek ve son gününü paşalar gibi yaşayacaktır.. kağıt üstünde..
İşte o sertifika da bahsimiz olan filme adını veriyor: ikigami.

Sonuç olarak, distopyanın da Japon dramasının da biraz ötesinde bu film.

21 Mayıs 2009 Perşembe

In Bruges


Şurada görüp de edindim filmi. Bir çok yönetmenin, kariyerlerinin zirvesindeyken ulaşamadıkları yeteneği; ilk uzun metraj filmiyle Martin McDonagh'da görüyoruz. Yönetmen olarak önünde çok başarılı bir kariyer olacak gibi. Bir de senaryo yönünden geliştirirse kendini; büyük ihtimalle ileride büyük yönetmenlerden biri haline gelecek.

Baştan söylemek lazım gelir ki; film boyunca birbirinden şahane Brugge görüntüleri var. Başrolü Brugge'e vermişler. Bu yönüyle tam bir görsel şaheser. Tabii çok iyi ayarlanmış kamera açıları ve çekim tekniklerinin bunda etkisi büyüktür. Aynı sahneleri Murugadoss çekseydi şöyle ekranı ikiye bölerek falan; büyük ihtimalle beğenilmezdi tabii. Filmde yaratılan atmosfere tamamıyla sadık kalınarak oluşturulan soundtrack seti ile o görsel şaheserin üstüne kaymak eklenmiş. Bir de McDonagh ilk filmi olmasına ramen oyuncuya göre rol biçmek yerine role göre oyuncu biçmiş ve neredeyse hepsini yerli yerine oturtmuş. Karakterler arasındaki asal çatışmalar, diyalogları vesairesi de güzel. Ancak hikayeyi en sevmediğim şekilde bitirmiş; tam anlamıyla kötü bir senarist gibi. En büyük eksi puanı da oradan alıyor işte. Senaryo üzerine çalıştığı, diyalogları titizlikle yazdığı belli oluyor. Tam tıkırında giden senaryoyu böyle kötü bitirmek de acemilik emaresi olsa gerek. Sonuç olarak, ilk filmiyle ödül alan yönetmenler arasına girdi McDonagh işte. Güzel oldu.

16 Mayıs 2009 Cumartesi

The Pariah, The Parrot, The Delusion


Yaptıkları müziğin ne notalarla ne de müzik terimleriyle açıklanamadığı gruplar vardır. Belki kulakların bakirliğinin bozulmasından, belki yakaladıkları atmosferden, belki üstün yeteneklerinden, belki de gerçekten özel olmalarından dolayı. Kuşkusuz dredg onlardan biri. Metallica yorumlasa "Eski Metallica geri döndü lan!" diyerek kafa sallanabilecek besteler bile yapsalar, üstüne kendi tarzlarını oturtmayı başardılar. İşte bu yüzden müzik terimleriyle açıklanamayacak bir müzik, dredg'in yaptığı. Özel bir müzik.

Özel diyerek niteleyebileceğimiz grupların her yeni albümü; sevincin yanında, "Acaba o özel şeyi bozdular mı?" sorusunun beyne musallat olmasına da neden verir. dredg'in yeni albümü "The Pariah, The Parrot, The Delusion" 6 Haziran'da resmi olarak çıkacak. Bir şarkıyı da myspace sayfalarına çoktan koydular. Ama internet'in faydaları işte; içinde yazdığına göre bir kaç saniyelik kesintilerle birlikte albüm dolaşıyor ortalıkta. Kaçırır mıyız? Hayır.

İşte bu albüm, ilk şarkıdan başlayarak o berbat sorunun cevabının olumlu olduğunu hissettirdi bana. İlk on devir sonucunda dredg'in artık değiştiğini ve bu albümün diğer albümlerin yanına bile gelemeyeceğini düşündüm. Bundaki etken ne müzikalite ne de başka bir şey. Sadece dredg'in yaptığı müziğin önceden hissettirdiği o özel duyguyu hissedemedim. Sonuçta bu grup bize Catch Without Arms gibi baştan sona şahesere dolanan bir albüm verdi. Beklentilerin yüksek olması normaldir. Ancak sonraki bir hafta boyunca şarkılar kafamın içinde dolanmaya başladılar ve her nota, her tını, her duygu, her zevk yerlerine oturdu. dredg'in yeni albümü, yine bir dredg albümü. Ne kadar popüler müziğe de kaysalar, ne kadar sound'unda değişiklik de yapsalar; albüm kapağından tracklist'ine kadar tam anlamıyla bir dredg albümü. Şimdiden benim gözümde kendine CWA'ın aşağısında Leitmotif'in yukarısında bir yer edindi. Defalarca dinlenecek, içine bir sürü duygu sığdırılacak, bir çok özel ana eşlik edecek bir albüm. Tam anlamıyla bir dredg albümü işte.

Paylaşmak gerekirse albümün en iyisini vesairesini değil; eski dredg albümlerinde hissedilen o özel şeyi en çok duyumsadığım parçayı paylaşayım. Hemi de bu açıklamayla doğru orantılı bir ismi var "Quotes" diye.

12 Mayıs 2009 Salı

Ghajini


Bollywood sinemasının şahika örneklerinden bir film. Bu filmi beğenip izleyenler var bu coğrafyada, ciddiyim. Bollywood güzel ya hani.

Memento'yu alalım, üzerine süper kahraman figürü ekleyelim ama Sylvester Stallone olsun o; sonra biraz da Julia Roberts filmi havası, kesmediyse biraz da Hint dansı. Bunları toplayıp birleştiremeyelim. 3 saatlik bir film çıksın ortaya. Seveni çıkar mutlaka.

Filmin başında Memento taklidi olduğunu sandım. Hafıza kaybı, dövmeler, notlar, fotoğraflar falan. Ama taklitten betermiş hakketen. Başroldeki denyo "Bir sürü kasım var, şarkı da söylüyorum, Hindistan'ın sevgilisiyim." havasında. Oyunculuk namına zerre gayret yok. Salya saçarak karizma yapıyor, başka da bir olayı yok. Beton surat. Hikaye desen hak getire, kopuk kopuk. "Ne anlatmaya çalıştın?" desen bir üç saat daha film çeker herhalde yönetmen. Kurgu desen herhal anlamı bilinmiyor, sorgulamamak lâzım. Bir sürü figüran, dublör, görsel efekt falan kullanılmasına ramen Cüneyt Arkın filmlerinden daha kötü. Fazla da yazmamak gerek sanki, imdb'ye bakıyoruz "genre" kısmında neler yazıyor diye. Salyalar saçarak gülüyoruz.

5 Mayıs 2009 Salı

Wolverine


"X-Men Origins: Wolverine" şeklinde bir isim uygun görülmüş bu filme. Internet'te dolaşan, montajın bitirilmediği, halatların falan gözüktüğü berbat versiyonunu yaklaşık iki ay önce izlemeye çalışmıştım da dayanamayıp kapamıştım. Hem hazır boş zaman bulmuşken, hem de halen sinemadan zevk alırken gideyim izleyeyim dedim. X-Men serilerine az da olsa sempati besleyen herkesin beğeneceği bir film çıkarmışlar sonuç olarak.

X-Men'i ecnebi veletler gibi çizgi-romanlardan değil de; çizgi filmlerden ve atari salonlarından tanımıştım. Tabii çizgi film denince sayacağım favorilerim arasına giremedi halen; ama izleyen herkesin bir favori karakteri vardır. Benimki Wolverine değildi netekim. Ancak ilk film çekildiğinde, herkesin kabul edeceği gibi Hugh Jackman o role o kadar yakıştı ki, diğer karakterler sönük kaldı. Wolverine'in karizması insanları etkiledi; ki bu da Jackman'ın rolünün hakkını verdiğini gösterir.
Yapımcılar da bunu bildiklerinden Wolverine'e münhasır bir film çıkardılar. Görünen o ki, işi kotarmışlar da. Tıpkı türün diğer örneklerinde olduğu gibi "bol görsel efekt, bol aksiyon, araya aşk hikayesi koy, bir de mesaj ver, tamamdır." anlayışı var filmde. Tabii Hugh Jackman, filmden asıl beklenileni veriyor, ona bir söz edemeyiz. Bu filme göre devam edip etmeyeceğine karar verecekti. Transit devam kararı çıktı bir nevi.
Wolverine karakterinin çocukluğundan başlatıyorlar filmi, oradan sivil savaş, Omaha Beach ve Vietnam sahneleri geçiyor hızla. Wolverine'in psikopat kardeşi Sabretooth'u da daha iyi tanıyoruz böylece. Hatta filmde zaman zaman Wolverine'in önüne bile geçiyor karizma olaraktan. Sonrası pre-dramatik Wolverine hikayesi. Diğer karakterler de aynı ayarda. Tabii benim favori karakterim Gambit var; ki onun olduğu bölümlerde düğün ateşi açasım geldi. Arada tüm kurgunun içine eden durumlarla karşılaşılıyor tabii ama beklediğimden iyi çıktı, ne diyeyim. X-Men 2 veya 3'ten de daha iyi olmuş. Zevk veriyor. Ne büyük bir ödül alır, ne de kitaplara girer. Ama Wolverine işte. Seveni izler. Hasılat da yapar; ki yapmış zaten.

Yalnız sinemada bundan önce izlediğim son film de Watchmen idi. Neler oluyor, anlamadım. Comedian'dan, Rorschah'tan, Ozymandias'tan, Dr. Manhattan'dan sonra Wolverine'e tamah etmek de kötüymüş bir yandan. Vay anasını sayın seyirciler.

4 Mayıs 2009 Pazartesi

maricinal işkenceci


80 sonrasının isim yapmış kanun adamlarındandır kendisi. gonyalı olması bir kenara, ondan ve adamlarından sünnet izi almamış hiç bir hareket yoktur. gücü olan her kesime yakın durur, yeri her zaman sağlamdır. istanbullu olarak kariyerinin zirvesini de yaptı. o zirveyi bırakmamak için şimdilerde mevzu bahis kanun adamlığını ne kadar üst seviyelerde icra ettiğini görüyoruz şimdi. 90lardaki işkenceci imajını bile aratıyor. şimdi maricinal valinin maricinal kasabı imajıyla her karede, her operasyonda görüyoruz kendisini. bu ikiliyle aynı masaya oturmak, aynı kararları almak, aynı "provakatörler"e karşı cephe almak, uzlaşmaya varmak, enseye tokat göte parmak olmak; kanı bozukluk değildir de nedir şimdi? mesele ne bir mayıs, ne de mücadele etiği. sol da zerre umrumda değil. mesele onursuzluk, mesele şerefsizlik, kaypaklık ve ikiyüzlülük.

Maricinal adam tabii

Orantılı-orantısız tartışmasını pelesenk ettikleri geçen seneden sonra; şimdi de "makul sayı"yı çıkardılar. Oraya gidip de paşa paşa yürüyen insanları ben bu sefer anlamaya bile çalışmayacağım. 1 Mayıs bayram olmuş, vay anasını. "Kanı Bozukluk" başlığını buna da atabiliriz gibi. Ama tarafları değiştirmek şartıyla. Tüm dünyanın karşısında cephe aldığı Hitler'in bile ölümü bayram olarak kutlanmıyor be. Bu günü artık tamamen bayram olarak kabul ettirdiler. Oh ne güzel. "İşçi Bayramı'nı, bayram gibi kutlasınlar. Adamın tasını attırmasınlar." diyenler artık haklı mı? Dibine kadar. Tebrik ediyoruz. Büyük iş becerdiniz.
Bu insanlar garip. Yılın yarısını bu güne hazırlanarak geçirirler. Sonra yürüyüp slogan atarlar. Akşamına "Bu seneki çok güzeldi." diye içmecelere başlarlar. Vallahi garip. Yahut patolojik vaka.

---

Tüm bunların dışında, televizyonlarda daha çok Muammer Güler görmek isterdik tabii. Gerçi bahar daha bitmedi. Eylemler olur daha. Bir kaç örgüt evine baskın yapıp; tuvalet pompası, ekmek bıçağı, viski şişesi ve çaput ele geçirirler. O zaman çıkmasını umuyoruz televizyona bol bol. Durmadan "marksistleninist" desin istiyoruz.

25 Nisan 2009 Cumartesi

The Last Airbender

Bryan Konietzko ile Dante DiMartino, Family Guy ve Avatar'da çıkardıkları başarılı işlerden sonra; Avatar'ı sinemaya taşımaya karar verdiler; bunun açıklandığı çok oldu. İşte dublaj kadrosu da yeni şekillendi. Bir aksilik olmazsa "The Last Airbender" 2010'da galasını yapacak.
Seslendirecek isimlere bakınca dizideki kadronun baştan aşağı değiştiği görülüyor. Umudumuz büyük iş başarmak adına bu filmi batırmamaları yönünde tabii. Ama Cliff Curtis'in sesiyle bir Ateş Lordu izlemek ihtimali hafif heyecan yapıyor tabii.

10 Nisan 2009 Cuma

Twin Peaks

Benim şu sıralar izlemeye başladığım 90-91 tarihlerinde çekilmiş bir David Lynch dizisidir Twin Peaks. David Lynch'ten kötü birşey beklemenin mümkünatı az olsa da; dizi deyince insan önce sürüncemede kalıyor. Lâkin iş bu dizi kolay hazmedilir bir nane değilmiş, ilk sezonunu izledikten sonra onu anladık. Toplamda otuz bölüm çekilmiş iki sezonda.
Karanlık atmosferi, "Katil kim?" sorusunun cevabının gerçekten bilinmeyişi, bunlar dışında devam eden günlük hayatı, karışmış ilişkileri ve tabii sipeşıl eycınt Deyl Kuupır'ı ile Twin Peaks zâtımın gönlünde yer etmiştir. Bilenler hatırlasın, bilmeyenlere duyursun netekim. Dizinin kendisiyle başladığı Laura'yı unutmadan tabii.

9 Nisan 2009 Perşembe

Bombay TV

grapheine.com adresindeki Bombay TV'yi öğrenmek de lâzım bir yerde. Hollywood sinemasından daha iyi olduğu bezginlik getirene kadar tekrar edilen Bollywood'un kaliteli sahnelerine altyazı ekliyoruz. Eğleniyoruz. Seviniyoruz. Sarılıyoruz sıkı sıkı.

Mesela Bemba hikâyesi tadında şöyle de bir şey yaptım. Bakılsın, ibret alınsın.

6 Nisan 2009 Pazartesi

Butterfly Effect 3


İlk filmiyle ağza bir parmak bal çalıp ikinci filmiyle tarihin en kötüleri arasına giren serinin üçüncüsü geldi. O berbat ikinci filmden sonra bu vaha gibi gözükebilir; ancak oyuna gelmemek lazım. Averaj filmi çekmişler. Önceki filmlerdeki bodoslama "Geçmişe gideyim, onu yapayım, bunu yapmayayım." tiplerinden sonra, bu filmde yeteneğini gayetle dikkatli kullanan bir karakterle karşılaşıyoruz. Akıl hocası falan var. Tabii film böyle devam edemez diye bu herifi de kötü yollara sokuyorlar. Ondan sonrası birinci filmin kopyası. Karakterler değişik, hikâye değişik. Onun dışında farkı yok. Zaten pek oyunculuk yeteneği gerektirmeyen bir film. "Ekmek kapısı" niteliğinde bir film yapmışlar. Cepleri boş kalmaz inşallah şeklinde bir dilekte bulunalım.

27 Mart 2009 Cuma

Martyrs


Fransa-Kanada ortak yapımı bu filmi, korku filmlerine yönelik yıkamadığım "Kötüdür kötü." önyargım nedeniyle izlemiyordum. Sırf cipse-biraya altlık olsun diye taktım, izlemeye başladım. Cipslerin heder olduğuna mı yanayım; yoksa bu filmin bu kadar güzel çıktığına mı sevineyim bilemedim.

Film, berbat haldeki bir kızın kaçış sahnesiyle başlıyor ve hikayeye giriyoruz. Korku filmlerinin gerçeği sonralara saklama hadisesi bu filmde de var; ama asla sırıtmıyor. Zaten yarısından sonra bambaşka bir film hüviyetine bürünüyor ve onu da başarıyla kıvırıyor. İlk yarısında "Hassiktir! N'oluyor lan?" nidalarıyla izlenen film; ikinci yarısında içine bolca kan ve şiddet katılmış bir drama filmine dönüyor. Tabii cipslerin heder olmasının başlıca sebebi budur. Midesi hassas olanlar kesinlikle izlemesin diyeyim ben. İşkence, kan, dehşet, irin, beyin, bağırsak falan bolca kullanılıyorlar filmde. Bu filmi diğerlerinden ayıran ve damaktaki tadını muhafaza etmesine yarayan en önemli özelliklerinden biri de sonu. Klişelerin çok güzel kullanıldığı ve klişelerin dışında da çok şey vaat eden filmin sonu yutkunmaya sebep veriyor, küfre sebebiyet veriyor, ne iyiye ne de kötüye yoruluyor. Hazmedilemeyen yemek gibi.
Ve tabii, gözüme çarpan diğer güzel yanı da; izleyiciye devamlı şakalar yapması, sağ gösterip sol vurması. Aksiyonel bir sahnenin asla gelmesi beklenen yerden gelmeyeceğine emin olun.
Ama ben inanıyorum, böyle kafayı çizmiş insanlar vardır mutlaka dünyada.

Oyunculuklara söyleyecek bir lâf bulamıyorum. Hikâyenin işlenişi, yönlendirilişi vesairesi de hiç bir şekilde göze batmıyor. Ama ben bu filmi sadece hata bulmak için izledim. Hata bulayım: işkence sahneleri fazla uzatılmış, yarısı kesilse de aynı yere varırdı. Başka da hata bulamadım pek.

Kuvvetle ve şevkle tavsiye ediyoruz. Ve uyarıyoruz: "Kapıyı herkese açmayın."

24 Mart 2009 Salı

Rise of the Lycans


Underworld serisinin üçüncü filmi; bir geri dönüş tribi olarak çekilmiş. Bu tür serilerin flashback filmlerine alıştık. Şimdi bu film ne bokmuş ona bakalım.

Underworld, bilindiği gibi öyle kült bir film falan değil. Ne yeni bir şeyler kattı, ne de olanları geliştirdi. Ama "ortama biraz neşe katsın." türü filmler içerisindeki yeri sarsılmaz. Bu yüzden, zaten filmden büyük şeyler beklemek anlamsız. Geneli vasat olan serinin geri dönüş filmi, diğer filmlerinden daha iyi veya daha kötü değil. Lucian efendinin nasıl meydana geldiği, ortaçağ Avrupası'nda vampirlerin nasıl hükümranlık kurdukları ve Lycan namlı kurtadamlarımızın vampirlere karşı olan savaşı nasıl başlattıklarını anlatıyor. Kostümleri ve mekân tasarımları yönünden gayet başarılı olan bu filmi, oyunculukları ile ele alırsak; elimizde Michael Sheen ile Rhona Mitra'nın ortalama üstü performanslarından başka pek bir şey kalmıyor. Hatta filmi izlerken; diğer tüm oyuncular sadece figüran rollere bürünmüşler gibi bir hava da seziyoruz. Ki serinin kendi içinde önemli bir karakter olan Viktor efendi pek sönük kalıyor. Senaryo biraz daha çeşitlenseydi çok daha güzel bir film izleyebilirdik. Görsel efektleri ise tamamen sınıfta kalmış. Hatta diğer iki filmden daha geri gitmiş bile diyebiliriz. Lycan ırkı, şu salak online rpg oyunlarından fırlamış gibi gözüküyor. Üzerinde neredeyse hiç uğraşılmadığı belli oluyor. Yönetmenliktir, şudur, budur değinmeye gerek duymuyorum.

Önceki iki filmi izleyip de beğeni eşiğine yedirmiş olanlar, beklentiyi yüksek tutmamak kaydıyla filmden keyif alabilirler.

21 Mart 2009 Cumartesi

Yerel Seçimlere Son Gaz Giderken

Her bir adayın bokları ortaya serilirken; Ankara kulislerini sarsan video ile işin rengi değişti tabii. İşin rengi çok değişti tabii. Bir sürü beş paralıksız insan sağda solda götten yalan uydurma yarışına girmişlerken; böyle haberler bizlerin yüzünde gayetle güzel gülümsemeler oluşturuyor. Ne demiş şair: "Bir kahkaha, bir pirzola.". Bir de "Yaşasın Türk Milleti!" tabii.

Flaş habere ise buradan ulaşabiliyoruz. Üfürük isimli sitenin tanıtımı olsun bu da bir nevî.

13 Mart 2009 Cuma

Watchmen


Dc Comics nâm çizgiroman şirketinin tanıdığımız isimlerinden sonra bir de Watchmen çıktı başımıza. İyi oldu, güzel oldu. Şimdiye kadar pek çok babayiğit niyetlenmiş de; çekmeye açıkçası götleri yememiş. Çünkü bu sefer karşımızda duran hikâyede öyle tek bir kahraman yok ve hayal aleminde de geçmiyor. Ne Gotham şehri var, ne de her yere lazer atan silahlar. Soğuk savaş döneminde geçiyor tüm olaylar. Ve bu hikâyede artık süper-kahraman olayı kendini aşmış vaziyette. Nedeni ise Allah'ın kendisi yaratılıyor burada süper kahraman niyetine, ismini Dr. Manhattan koyuyorlar. Diğerleri var tabii bir de.

Watchmen nedir, ne değildir; kısaca anlatmak gerekir tabii. Soğuk savaş döneminde yasalara bağlı kalmadan adaleti sağlayacak bir gruba ihtiyaç duyulur ve Watchmen oluşur diye kısaca geçelim. Sonrası "maskeli intikamcı" muhabbetine bağlıyor.

Film, görsel efektleri açısından dehşet-ul vahşet bir içeriğe sahip. Soundtrack seti ise ayrı bir şahane (99 Red Balloons var be!). Kurgusu, artık böyle fantastik filmlerde kurgu ne kadar iyi olabilirse o kadar iyi. Bu tür filmlerin hastası olanlar için tapılabilecek bir film hatta. Tabii çizgiromanı okumadım; uyarlama olarak nasıldır; hiç bir fikrim yok.

Böyle en damarından sosyal mesaj da veriyor. Ortalama bir Türk ergeni "Why so serious?" ile parlattığı karizmasını, "Never compromise!" ile yeniden cilalayabilir, "Herşeyi insanlar bu hale getirdi, biz yaptık herşeyi böheeeeee." şeklinde triplerle kendini acındırabilir. Odasına Rorschach'ın afişlerini asabilir. Hatta bu film üzerinden favori kahraman değerlendirilmesi yapılırsa; çoğunluk resmen Allah olan Dr. Manhattan yerine sessiz-pis-kötü kokan-sosyopat ve ödün vermeyen Rorschach'ı seçecektir. Ozymandias da var tabii, sinsi. Komedyen var, bildiğin her boku görmüş-yaşamış ve boşvermiş adam statüsünden. Öbürleri faso fiso.

Mutle ve mesut olalım. Yeni bir oyuncağımız var artık.

6 Mart 2009 Cuma

Milk


"İzlerim bir ara." diye bekletiyordum bu filmi. Oscar gecesinden sonra "İzleyeyim lan!" gazına gelip izledim. Sean Penn ismi bir kez daha kazındı beynime. Van Sant efendinin şimdiye dek sadece "Paranoid Park" isimli filmini izlemiştim. Açıkçası "Keşke izlemeseydim." moduna da girmiştim hafiften. Ama bu film pek şahane olmuş. Biyografiye olan bağlılığı, filmin asıl hikayeyle çatışmasını engelleyen kurgusu vesairesi ile hakketen şahane bir film yapmış amcam.

Bu filmi izlemeden önce Harvey Milk denilen bir adamın varlığından haberdar dahi değildim. Şimdi haberdar oldum, ne değişti? İstediğin kadar samimi ol arkadaş; öyle seçimmiş, supervisorlıkmış olaylarına girdin mi şerefsizin teki oluyorsun. Bakınız Harvey amcamız nasıl da şeker gibi bir insan. Gayet şeker bir ilişkisi de var. Ancak o siyasi ortamlara girince nasıl ikiyüzlüleşiyor, nasıl çıkarıyor tırnaklarını öyle be. Şaşırılası değişim diyelim.

Şahane bir biyografik film oluyor kendisi. Ancak Van Sant'ın hakkı mı yendi Oscar'da? Bence hayır. Bu film, Slumdog Millionaire'e beş basar hem kalitesi, hem işlenişiyle. Ancak senden benden iki gömlek üstün oyuncularla tüm dünyada bilinen film çıkarmak başka bir olaydır, Sean Penn gibi bir canavarla müthiş filmler çıkarmak başka bir olay. Danny Boyle o şapşallarla öyle bir film çekebilmekle bile Van Sant'ı kafadan eler.

1 Mart 2009 Pazar

Değişim Yelleri Yelleniyorlar

Şimdi mesela hafiften müzik olaylarına da girdik ya hani. Güzel bir insan gelse de, podcast olaylarında bir yardım etse, el atsa mesela. Podcast de koysak buralara müzik postası attık mı. Değiştirsek hafiften buraları. Şekilli bir blog olsa buralar komple. Daha hoş olmaz mı, sorarım. Bence çok güzel olabilir.

26 Şubat 2009 Perşembe

Sam Shalabi


Böyle bir amcamız var, kendisi ud çalar. Saykodelikli müzikler yapar. Saykodelik deryalardan post-rock deryalarına dalar, dipten midye toplar, çıkar. Gavurun experimental olarak tarif ettiği nanenin atomlarını ezberlemiş bir insandır ayrıca. Herşeyden önemlisi Alien8 Records'un dışında şu yapılanmanın da has adamlarından biridir ki; bu benim nazarımda yüksek yerlere oturmasına yeter de taşar bile. Efrim ismiyle bilinen uzaylının da sevdiği bir nesne olaraktan bilinir. Molasses dışında son gözdemiz, ölü köpekten ölü bahriyeliye evrilenimiz olan A Silver Mt. Zion'da da boy göstermiş, gözlerimize soğan etkisi yapmıştır.

Shalabi Effect gibi bir proje kurmuş, orada da 4 adet albüm çıkarmış. Ki bu Shalabi Effect procesinden doğan veletler her bünyeye iyi gelmez. Bazılarında öğürme gibi hallere sebep verebilir. Shalabi amcamızın kannımca en uç veletleri, solo çalışmalarından çıkar. Mesela bunlar üç kardeştiler "Luteness" "On Hashish" ve "Osama" isimleriyle. İşte bu geçtiğimiz 2008'de dördüncüyü sıçmış yanlarına "EID" adıyla. Şimdi elime o velet geçti de, bu yazıya vesile oldu. Udunu duyduk, elektronik şeysilerine girdik, yazdığı gitar sololarında yüzdük, "Billy The Kid" demelerine şahit olduk da; pek sevindik. Saykodeliğin sözlük manası olmasa da, o sözlüğün dışında en üstlerde kendine bir yer buldu Sam amcamız çoktan. İsmindeki ironi ayrıca vaşak malzemesi olarak kullanılabilir. Ancak onu yapmayacak derecede severim bu adamı. Laf atılmasın, bizim çocuklardan bu.

Mesela bu EID veledine şöyle kapak yapmış bir de:

24 Şubat 2009 Salı

Anti-Kapitalist Reklam ironisi

İlk olarak işte Recep İvedik 2 için sinemaya gittiğimde görmüştüm bu reklamı. Çok hoşuma gitmişti. Şimdi internette buluverdim de gene hoşuma gitti. Başlıktaki ironi vurgusu nedendir acep denilirse; tabii ki rakı her daim anti-kapitalisttir.

19 Şubat 2009 Perşembe

Gazanfer Özcan

Şimdi bu adam ölmüş. Hakkında öyle özel yahut güzel düşünceler edinmeye ihtiyaç duymadım hiç. Ölenin arkasından da methiye düzen sürüler kaşıntı yapıyorlar bende. Böyle "Öldü." falan denince aklıma ananem geldi benim. O da merhum, bu merhum için şey demişti bir keresinde:

"Bronşitli bronşitli konuşuyor adam be. Biz şimdi bunu izlemek için para mı verdik? Vay başıma!"

18 Şubat 2009 Çarşamba

Aynştayn Çaktı mı Sana?



N'apalım? Önden uyaralım. Bu film için "Çok şey", "lümpen", "ay çok terbiyesiz", "hiç gülmedim" tarzı eleştiriler olursa biline ki; bu eleştirilerin sahipleri dantellektüeldir, sümbüldür, süt keçicisidir, damızlıktır, cımbız mahsulüdür.

Karşımızda birinci filmden beş kat daha güzel bir film var. Şahan efendiler coşmuş kendi çapında. Diğer filmle arasındaki en büyük farklardan biri de, ikinci filmin kat be kat daha eleştirel olması. İş dünyasıdır, popüler kültürdür, ottur, boktur, bir sürü zırvayla İvedik dilinde dalga geçmiş. En güzel yanı da; tüm bu eleştirel tavrının yanında güldürürken düşündürmüyor arkadaş bu film. Bildiğin böyle gıdaklaya gıdaklaya gülüyorsun. İlk film için "Ne bekliyodun lan işte? Güzel filmdi. Güldük." tarzı bir halete bürünen ben, bu film için biraz daha iddialı konuşabilirim. Eğlencelik filmi hafiften aşmış gibi kendisi çünkü. Neyse diyelim, bunlar izlendiğinde görülür. Görülmezse, görmeyenin öküzlüğüdür, deyip sıyrılırım hatta aradan.

Bu filmde bir de nene çıkıyorki karşımıza; o da Recep efendi kadar komik, onun kadar feylesof. Kendisinin "Gel lan PES'te koyim sana!" gibisinden vecizleri de var. Film boyunca Recep'in burnundan getiriyor tabiri günahsa.

Tüm yönlerinin dışında; tabii ki yine dil pelesenki olaraktan yeni Recep İvedik vecizleri de kazanıyoruz. "Kızım sen niye fok balığı gibi konuşuyon?" gibisinden bölümleri var ki; oralar beyne kazınıyor anında.

İzleyelim, eğlenelim. Bir de oy verelim. Ne verelim, 7 Verelim.

10 Şubat 2009 Salı

Anadolu Büyüleri


Ben şu sıralar bu kitabı mizah kitabı niyetine okuyorum. Başka sebeplerle de okunabilir tabii ki. Yazarın anlattığına göre araştırma mahiyetinden bir kitapmış. İsminden beklenmeyecek kalınlıkta, aklınıza gelebilecek her konuda büyüleri bulunan bir kitap. Mesela aşağıya "Kıl Duası" bölümünden bir kuple atalım.

"...Kılları gür çıkan kadın, gizlice cinciye ya da cincilik işlerini iyi bilen güvenilir bir hocaya gider ve durumu anlatır. Cinci hoca, kadının kıl çıkan yerlerini inceler, kılların hangi cinlerin işi olduğunu anlamak için kadının falına bakar, yıldızını, burcunu okur. Sonra kadının kıllı yerlerini açar, Kur'an'dan Meryem suresini okur, oralara üfler. Bu okuyup üfleme yedi gün, kadının uygun gördüğü bir saatte uygulanır... "

Kitabın mahiyeti hakkında az biraz fikir verebilir bu yazılanlar. İçinde daha çıplak görme duasından sakal çıkarma muskasına kadar büyük bir yelpaze olduğunu da belirtmek lâzım gelir.

İster gülmece için okuyun, ister Anadolu insanlarını anlayıp opera eseri bestelemek için. Ne tarafa çekersen o tarafa gider bu kitap.

9 Şubat 2009 Pazartesi

Yaş 25, Kolun Yarısı Demek

Şimdi bir gazete var biliyoruz, adı Sabah. Bu gazete 25. yaşını kutluyormuş da pek sevinçlilermiş. Herkes bulutlarla pandikleşiyormuş. Gözümüz yok, mutlu olsun herkes. Her yer günlük güneşlik olsun falan. Ama şu yazıya kafam takıldı benim be: Aha bu yazıya.

Orada bulunan bir sürü zırvanın yanında özellikle şu cümleler manidardır pek:

SABAH, hiçbir zaman birtakım yeni yetmeler gibi davranmadı... Asla aklı bir karış havada dolaşmadı. Temelleri o kadar sağlam atıldı ki, en sorunlu dönemlerinde bile SABAH hep SABAH oldu... Bu gazeteyi daha 10'lu yaşlarında Türkiye'nin en çok satan gazetesi yapan ilkelerden asla taviz vermedi.

Mesela buralar hep doğru böyle. Türkiye'nin en çok satan gazetesi olmak için gereken ilkeleri biliyoruz efenim. Gerçekten de bu Sabah hiç birinden taviz vermedi. Diğer gazeteler gibi. Ancak şu yukarıdaki satırlardan sonra güce tapmamaktan falan bahsediyorlar. Kimsenin sözünü yakmadıklarından dem vuruyorlar. Behey Sabah, kimi kandırmak istersin, daha çok mu piyasa yapmak istersin bilemem; de sen de Aydın Doğan medyasındansın. Sen de diğer iktidar gazeteleri ne yapıyorlarsa aynılarını yapıyorsun. Kimi kandırıyorsun? Araya bi' tane Engin Ardıç sokup da; "Yazsın haspam, şeklimiz olsun." demeniz kimleri kandırır? Neyse eğleniniz efem. Kokteyl parti falan düzenleyin. Disko disko partizan.

Yazının Sabah üzerinde yoğunlaşmaması gerek tabi. Ama 25. yaşgünü için bir hediye mahiyetinde olsun bu da ben fakirden.

Mesela sonra Hürriyet var; ismi bir taraflarına giresice. Milliyet var; ismiyle doğru orantılı. Radikal var lan mesela; sosyal demokrat gazı indirir. Birgün var, günlük çıkan haftalık gazete; en son "AKP'ye yakınlığıyla bilinen Taraf gazetesi" diye çığırıyorlardı hatta. Hem bir Cumhuriyet-Zaman ikilisi var ki aman aman. Eheh, var oğlu var. Ama gazete yok pek.

Son olarak tüm Sabah personeline en kıçtan dileklerimi gönderiyorum. İyiki doğmuşsunuz.

7 Şubat 2009 Cumartesi

Türk Nazi Birliği

Bir ara böyle bir şey vardı. Televizyonlarda görülenlerin karikatür versiyonu.
Hatta şu Misak-ı Milli sınırları içinde en sevmediğim şehir olan İzmir'de bunların baya baya güçleri falan vardı.
Ehe, şundan bundan daha sevimliydiler be. Sitelerini falan kapatmışlar şimdi. Bazıları ciddiye alıp saldırı mı düzenlemiş ne; öyle bir şeyler olmuş.

Dokunmayın bunlara be. Yazık lan. "Türkiye Nazileri'ni koruma ve Yaşatma Derneği" kuralım bence. Süper sükse yaparız.

"O ne ki lan?!" diyebilecekler için, hafif bir bilgi.

6 Şubat 2009 Cuma

Benjamin Button'ın Psikopat Hikayesi


Tek cümle ile özetleyelim: "Yine David Fincher!"

Bu adam yine çok psikopat bir film çekmiş. Hem de ne film. Se7en dedik, Fight Club dedik, Zodiac dedik zart dedik zurt dedik. Ama adam bu filmde artık kendini de aştı. David Fincher üstü bir varlık oldu. En psikopat filmlerin en psikopat yönetmeni diyerek tanımlayalım, olsun bitsin. Hatta direkt tımarhaneye yatıralım bu adamı.

Filmin isminde de görülen adam, Benjamin Button ki kısaca biredpit diyelim; yaşlı doğan bir insan evladı. Moruk olarak doğuyor. Babası canavar sanıp yaşlılar evine bırakıyor çocuğu. Sonradan anlaşılıyor ki, Benjamin durmadan gençleşiyor. 80'den başlayıp 0'a doğru gidiyor emmoğlu. Bu hikayeyi, kendisinin çocukluk (yaşlılık mı deseydik? ne deseydik?) aşkı Daisy'nin ölüm döşeğinde öğreniyoruz. Ki kendisi Cate Blanchett oluyor.

Yalnız David Fincher, biredpit'i ne adam etmiş arkadaş. Ne biçim rol kestirmiş. Bu filmi David abimin yanında biredpit'in de kendini aştığı film olarak ilan ediyorum. Cate aktrisi, güzel insan, gönüllerin şahanesi zaten yine kuğu gibi, ilahe gibi süzülüyor. Ne biçim bir senaryodur, ne biçim bir filmdir, ne psikopat bir oyunculuktur arkadaş. Ağzım açık hâlâ. Sinemaya gelsin, ona bile giderim. O derece.

David Fincher nesin sen oğlum? Alien mısın sen?

İzlemeyen var ya, bütün hisse senetlerini kaybetmiş saysın kendisini.

5 Şubat 2009 Perşembe

Slumdog Millionaire


Oscar kuyruğundaki filmlerden biri. Senaryosu, kurgusu, soundtrack'i, o'su bir de bu'su pek güzel. Şahane. Ancak öyle büyük ödüller falan alabilecek kıvamda mı? Onda şüphe var.

Bombeyli bir gencimiz "Kim 500 Milyar İster"in Hint versiyonunda son soruya kadar gelir. Ve film başlar. Hindistan'daki yaşam böyle akıcı makıcı anlatılır da nasıl o soruları bildiği ortaya çıkar falan fıstık. Öyle "Şu sahneleri güzel. Buraları müthiş." falan denebilecek bir film değil ama akıcı.

Sonunda bir dans sahnesi var ki; bence Hint orjinli bir film olduğu sadece orada anlaşılıyor.

Film de güzel ama; soundtrack şahane asıl.

2 Şubat 2009 Pazartesi

Saltillo


Şimdi böyle psikopat bir amcamız var. Adı Menton. Ben bu adamı yeni keşfettim; ki 2006'da bir tane albüm çıkarmış kendisi "Ganglion" isminde. Soundtrack hazırlamaklarla uğraşıyormuş ve "Kendimi insanlara sunayım artık." demiş. İyi ki demiş, yoksa böyle müthiş bir müzikten mahrum kalacaktık. Hafiften idm ritimleri, hafiften trip-hop falan diye nitelendirilebilse de yaptığı müzik; bir tane alamet-i farikası var. Bu adam hayvan gibi keman çalıyor. Keman dışında da akla gelebilecek bütün yaylı ve telli çalgıları çalıyormuş. Ama dedim ya, keman işte. Uzun zamandır böyle de güzel bir şey dinlememiştim. O kadar aşmış bir müzik yapıyor ki amcamız; kannımca her bir insan sevebilir, bağrına basabilir. Sıkmayan müzikler vardır ya; o familyadan. Sonsuza kadar dinlenilebilecek bir proje yaratmış Menton denilen insan-ı mehdi. İsmini de Saltillo koymuş. Ben bu adama "Mehdi misin lan?!" diyorum. O derece.

31 Ocak 2009 Cumartesi

Davoş ol oğlum


Sahi, iki sene mi üç sene mi önce neydi; mert olmuş bir adamla Filistin pazarlığı yapan bir başka adam daha vardı. Kimdi o? Bilen beri gelebilir. Bir de tabii klasik cümledir bu durumlarda: "Bi' siktir git be oğlum!"


Bu adam çaydanlığa benzemiyor mu şimdi? Benziyor mu benzemiyor mu? Tipine sıçtığım. ehe.

30 Ocak 2009 Cuma

Issız Adam


"Pek zamanların sümüklü filmi Issız Adam" diyerek girebiliriz konuya.

Çağan Irmak isimli amcamız pek zekiymiş. Tebrik ediyoruz kendisini. Kazandığı parada da gözümüz yok. Ama bu zamanda para kazanmak için böyle filmler yapmak lazım gelir. Kendisi bunu farketmiş ve yapacağı işi güzel de yapmış.

Filmin hoş bir kurgusu var. İzlerken sıkmıyor. Sonu tahmin edilebildiği halde sıkmıyor. Çekim hataları falan minimum. Sinematografik açıdan ki böyle bir açı varsa; güzel bir film. Tek kötü yanı senaryosu. Hepimizin çok iyi bildiği bir insan tiplemesi; vajina atomu üzerine doktora yapan bir amcamız var. Günün birinde bir kadına rastlıyor da değişiyor. Klasik demeyelim de, klişe bir hikaye.

Ağlama mevzuuna gelince; kimseye kulp takmamak lazım. Zevk meselesi. Ama öyle Babam ve Oğlum falanın yanına yaklaşamaz. Ben şahsen ağlama ihtiyacı hissetmedim. Ağlayanı var, saygı duyarım.

Neyse, pek dikkat edilesi notumuz ise: İzlenilebilir.

27 Ocak 2009 Salı

Maricinal Vali


"Bazı maricinal valiler Teşkilatı" merkez komitesinin gediklisi kendisi. Ailece severek dilliyoruz.
Yakında kesin yine bir maricinallik yapar. O zaman da bu yazı anlam kazanır.

26 Ocak 2009 Pazartesi

Üç Maymun (Harbici Maymun)

Pek övülen, pek göklere sığdırılamayan bir filmle karşı karşıyayız sayın merdivenden kayanlar. Ve bu film maymun gibi. Profesyonel film demeye bile şahit isterken; bir de üstüne "güzel" demek, utanmamak ve "süper" demek abesin şehirlerini işgal etmektir. O kadar diyeyim.




Bir de böyle ingilizce isimli falan afiş yapmışlar. Yahu adamlar harbiden bu filmi güzel sanmış. Sanat aşkı vücudunun her deliğinden deli bekir gibi fışkıran kızlarımız "Nuriiiii!" nidaları atmış. Onlara karizmayı çizdirmemek için de nice koçyiğitler bu filme "güzel" demiş. Yok arkadaşım böyle bir şey. Bu film hakkında olumlu yorum yapan köşebaşı yazarları da tanımasınlar bakalım yönetmeni, yapabiliyorlar mı o yorumları? Ama bir kere milli yönetmen ya kendisi, Türkiye'nin alnındaki kara lekeleri bir bir temizliyor ya viledasıyla; o yüzden ne yapsa güzel, ne yapsa makbul. Arkadaşım bu film ne sanat filmi, ne ne vizyon filmi. Öyle bir kanepede oturma sahnesini 15 dakikada çekince ne oluyor; sanatsal mı oluyor? Önceki filmlerini de severim ha kendimi yırtmasam da. "Ne güzel fotoğraf lan bu!" der geçerim. Ama bu tam anlamıyla bir felaket, düş kırığı, hatta afişe uygun olsun "disappointment".


Ama film o kadar övüldü ki; sonuna kadar "Ulan kesin bir şey çıkacak." diyerek ancak bitirebildim. Bir şey de çıkmadı. Zamanıma yandım. Bu kadar mı kötülenir? Kötülenir tabii.
Oscarmış bir de, gidecekmiş neredeyse. Yahu o insanlar ayıp olmasın diye (büyük harflerle) NEGROLARA falan ödül vermiyorlar mı? Ayıp olmasın diye bunu da elemelere katmışlar. O kadar. Yok yok. İzlenmediyse, bırakın öyle kalsın.

23 Ocak 2009 Cuma

Kötü İnsanları Tanıma Senesi


2008'den gideceğiz. Tabi lan 2009'da albüm mü var daha. Şimdi ben derim ki 2008'in en iyi albümlerinden biri budur. Hiç "ama aaaöööeee!" falan demeyin de dinleyin. Rokçu elektrocu bilmem neci olarak tanımlayabilirsiniz kendinizi, ama dinleyin. Ana diliniz Türkçe ise beğeneceksiniz. Eğer biri de çıkıp "kötü müzik" derse, şekil yapıyordur. Bunu ben diyorum; ki ben rap falan dinlemem.
Bu adam mesela, hayatımda en nefret ettiğim adamdır kendisi. Düşünce evrimi halen denizden çıkamamış. Mümessili olduğu müzik türü ise tek kılımı titretmez. Ama potansiyelimin son noktasına kadar gitsem de; bu Sagopa kadar güzel yazamam. Hatta bahisi yükseltiyorum. Yaşayan hiç kimse bu herif kadar iyi yazı yazamaz. Hayvani bir yeteneği var. Üstüne üstlük yeteneğinin son noktasına da ulaşmamış daha. Resmen dalga geçiyor.
Müzikal olarak da bilgisi genişmiş amcamın. Altyapılar falan güzel. Rahatsız etmiyor. Rap albümü olarak bakarsak nasıl bir not verilir bilmiyorum. Ama "Kulağımı tırmalamasın, sözlerini duyup değişik edebi deryalara gireyim." dedin mi aha Sagopa orada.
Intro şeysi dışında 16 parça var. Öyle de üretken, öyle de Harlem şoparı.

22 Ocak 2009 Perşembe

Jipe Binen Bahtsız Kovboy

Radyo Bemba'nın tembel, şişko, kel ve gözlüklü bay-bayan yazarları-okuyucuları. Bugünkü konumuz Bin-jip isimli şiir. Kannımca tüm zamanların favori filmidir kendisi. Kim ki lan bu Dük isimli yönetmenin mesela diğer filmleri vardır ki; hiçbirinden orgazm zevki almam. Ama bu film işte, tanıtayım kendisi film değil şiir. Bu yüzdendir tamı tamına 5 (beş) sene önceki bir filmi tanıtım nesnesi yapmam. Bakınız şöyle:


Tae-suk diye bir adamımız var filmde. Kendisinin ismini sadece filmdeki karakterleri internetten neyim okuyunca öğrenebiliyoruz. Çünkü film boyunca tek bir kelime çıkmıyor ağzından.
Her gece başka bir evde kalıyor. Yemeğini yiyor, duşunu alıyor; sonra da evdeki bozuk eşyaları tamir edip çamaşırları yıkıyor. Böyle de şahane, böyle de örnek alınmayası bir insan kendisi. Film hafiften Edukators tarzı başlasa da, sonradan olaylar bir değişmekteler, bir uçmaktalar böyle Turgut Uyar yanında halt etmiş. Bu kadar da iddialıyım; ki ben Turgut'la uzun zamandır kankayım. Mesela bu filmde bir golf topu olayları cereyan etmekteler ki; sanırsınız çok cereyanda kalmışlar da amı-götü dağıtmışlar. Hakkında spoiler verilemez mesela bir de bu filmin. Anlatılamaz çünkü. Başkasının esprisi gibi. Anlattığında millet hiç bir şey anlamaz, ortada bıldırcın yavrusu gibi kalırsın. Öyle de şahane, öyle de vahşet-ül dehşet bir şiir bu film.
Mesela bu filmde bir de şarkı vardır ki Arapça mı Arapça, güzel mi biutiful. Natacha Atlas adında bir ablamız seslendirir. Ona da şuradan ulaşabiliriz. Tavsiye: Film izlenmediyse dinlemeyin şarkıyı. İçine etmeyin.
Şiir diyorum ya, üstünden bir zamanlar geçer. Bir daha okursun, bir daha takarsın. Bir dahalar çoğalır falan. Öyle de şahana bir şiir bu film.